ne olursan ol gel, ama çok uzun kalma

mevlevi tekkesi değil canım burası

23 Aralık 2015 Çarşamba

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARDESİ (13. BÖLÜM)

KÖTÜ BİR KOMEDİ YAZARININ YAKIN YÜZYILDAKİ YALNIZLIĞI

BÖLÜM 1

SAHNE 1 – EV – İÇ/GÜN
Erdal evden çıkmadan önce her zaman yaptıklarını tekrarladı. Ceketinin sağ cebinde ev anahtarının, sol cebinde tütününün, iç cebinde çoğu zaman limiti dolu olduğu için kullanamadığı kredi kartının ve kimliğinin; pantolonun sol cebinde  telefonunun, sağ cebinde az da olsa parasının olup olmadığını kontrol ettikten sonra annesini öptü.

SAHNE 2 – APARTMAN İÇİ/KAPI ÖNÜ – İÇ/GÜN
Erdal evden çıkar ve çalınırlar diye korktuğu için yeni ayakkabılarını içeri aldığını hatırlar. Arkasını döndüğünde annesinin elinde ayakkabılarla ona bakıp gülümsediğini görür.Annesi ayakkabıları ona uzatır. Erdal da gülümser ama sanki içinde bir acı saklıdır.

ANNE
Oğlum hep sana dua ediyorum, inşallah tüm istediklerin olacak.

ERDAL
Ben ne zaman dua etmeye gitsem ayakkabılarım çalınıyo anne, nası olacak o iş ?

Erdal kendi kendine gülerken ayakkabılarını bağlar. Döndüğünde annesinin bu sözlerinden pek hoşlanmadığını belli eden ifadesiyle karşılaşır.

ANNE
Ah oğlum ah. Baban da senin gibi hiç umursamazdı. Bana dediği son laf: “Yaptıklarıma değil de, yapamadıklarıma pişmanım oldu.”

Erdal, annesine deli gözlerle bakmaya başladı. Kadıncağız şok oldu oğlunun bu haline, anlam veremedi.

ERDAL
Yapamadığım pişmanlık kalmayacak, işte bu ya. Annem yerim seni.

Erdal, annesini bir o yanağından bir bu yanağından öpmeye başladı. Annesi ilk başta anlam veremese de sonradan oğlu mutlu olduğu için gülmeye başladı.

ANNE
Ay dur oğlum, kafayı mı yedin?

ERDAL
Ben değil anne, izleyici kafayı yiyecek.

SAHNE 3 – KAFE – DIŞ/GÜN
Erdal ve iki arkadaşı konuşmaktadır. Ne dedikleri duyulmaz.Bir tanesi özür diliyor, diğeri tehdit ediyor gibidir. Giderek daha da hararetlenirler ve müzik yükselir. Müzik aniden susar ve Erdal’ın lafı duyulur.

ERDAL
Yapmadığım pişmanlık kalmayacak.

Arkadaşları Erdal’a dehşete düşmüş gibi bakarlar.

SAHNE 4 – EV – İÇ/GÜN

Erdal yine hızlıca ceplerini kontrol eder ve evden çıkar.

SAHNE 5 – APARTMAN İÇİ/AP. KAPI ÖNÜ – İÇ/GÜN
Erdal kapıyı açıp dışarı çıkacağı anda basamakları çıkan komşunun kızını görür. Üzerinde resmi diyebileceği bir elbise yani üstten üç düğmesi açık beyaz bir gömlek ve kalça kıvrımlarını hissettirecek diz hizasında bir etek vardır. Normalde girişteki esnafın lafa tutmalarından kaçmaya çalışan Erdal için bu alışılmadık bir durumdur. Ağzı kulaklarına varır.

ERDAL
Bu ne güzellik böyle.

Komşu kızı bir an duraksar, sonra yürümeye devam eder. Erdal’ın tam karşısına gelir.

KOMŞU KIZI
Hayırdır 15 yıl sonra?

Erdal için bu da alışılmadık bir durumdur.

ERDAL
15 yıl önce böyle mi dedim ben ?

Komşu kızı güler.

KOMŞU KIZI
15 yıldır bi çift güzel lafını duymadık onu diyorum.

Erdal için bu daha da alışılmadık bir durumdur. Ne diyeceğini bilemez. Komşu kızı yürümeye başlar. Merdivenleri çıkarken Erdal peşinden seslenir.

ERDAL
Hep içimden söyledim, yoksa duyardın.

Komşu kızı duraksar. Erdal kapıyı hızlıca çekip koşmaya başlarsa ilk duraktan son durağa kadar metrobüsten daha hızlı gidecek gibidir. Komşu kızı kendisine doğru dönmeye başlar. Erdal’ın aklına ilkokulda yediği dayaklar gelir. Göz göze gelirler. İşte o an Erdal için dünya dönmeyi bırakır.

ANNE
Bi şey mi dedin oğlum?

Komşu kızından gözlerini ayıramaz.

ERDAL
Allah razı olsun annecim.

SAHNE 6 – METROBÜS YOLU – DIŞ/GÜN
Metrobüs yolunda, Erdal ikinci durağa kadar peşinden koşan güvenliklere yakalanmaz ama metrobüsün şoför tam o binecekken kapıyı kapatınca dayak yer.

SAHNE 7 – KAFE – DIŞ/GÜN
Erdal iki arkadaşına hararetle bir şeyler anlatıyordur. Bir arkadaşı ona üzülerek, diğeri küçümseyerek bakar. Kamera yaklaştıkça Erdal’ın söyledikleri anlaşılmaya başlar. Bir hikaye anlatıyor gibidir. Yine de son cümlesine kadar neden bahsettiği belli olmaz.

ERDAL
Nasıl abi? Sonuçta herkes tam binecekken kapıda kalmıştır di mi?

SAHNE 8 – APARTMAN İÇİ/AP. KAPISI ÖNÜ – İÇ/GÜN
Erdal kapıya doğru yaklaşırken, dışarıdan gelen ve giderek büyüyen gölgeyi fark eder. Koşarak geri çıkar.

SAHNE 9 – EV – İÇ/GÜN
Erdal hızlıca odasına girer ve kapıyı kapatır. Annesi merak içerisinde kapının önüne gelir.

ANNE
Ne oldu oğlum, iyi misin?

Kısa bir süre ses gelmez. Sonra Erdal’ın bağırarak başladıyıp sesini kısarak bitirdiği diyalog duyulur.

ERDAL
Unuttum amına koyim.

Erdal telaşla odadan çıkar. Kapı deliğine gözünü dayar.

ANNE
Oğlum iyi misin, noluyo?

Erdal annesine susmasını işaret eder, hızlı ve sessiz hareketlerle kapıyı açar. Ayakkabılarına uzanır, alır. Bir gölge merdivenlerde belirir. Erdal yakalanmadan kapıyı kapatır.

SAHNE 10 – APARTMAN İÇİ/KAPI ÖNÜ – İÇ/GÜN
Kapının kapandığını gören komşu kızı kendi kendine gülümser.

SAHNE 11 – APARTMAN İÇİ/KAPI ÖNÜ – İÇ/GÜN
Erdal başında kabarık bir peruk, güneş gözlükleri takmış, kafasını kapıdan uzatır ve bir ses olup olmadığını dinler. Kimse olmadığına emin olunca dışarı çıkar. Üzerinde düğmeleri boyna kadar ilikli bir gömlek ve annesinin namaz kılarken giydiği etek vardır.




30 Kasım 2015 Pazartesi

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (12.BÖLÜM)

İLK ŞİİRİM NİLÜFER

Her genç erkeğin hayalidir, güzel bir kadın
Lanet olsun, aklımdan çıkmıyor tadın.
Babam anladı milli olduğumu,
Ama bilmiyor, katilin kim olduğunu.

Boynumda duran işkence izi,
Sen bu aleme, rezil ettin bizi.
Vampir saldırdı diyemedim anneme,
Bu kadar büyümemişti Kardak Krizi.

İçkime ilaç atsaydın bari,
Bacakların mahalledeki Dombili Hasan misali,
Kandırdın mahvettin garip Erdali,
Bir daha perde astırma bari.

Oysa ki geçen bayram el öptüğümde,
Sen bana harçlık bile vermiştin.
Memelerin biraz gözüktüğünde,
Tövbe allahım, günah, bakmam demiştim.

Geçen yaz balkonu yıkıyorken sen,
Af edersin bi artçı deprem sonrası,
Kalçaların biraz fazlaca sallanmış idi.
Enkazın altında kalan ben idim.


Bir daha annem börek yapınca sana getirmem,
Kardeşime el sürme katil olurum,
Babama sakın bunları söyleme,
Gözlüklüyüm ama bela olurum.

Ben bunu nasıl anlatacağım,
Çıktığım kız bana sormayacak mı?
Millet Rus’a gidiyor,
Bu yaptığın ayıp olmayacak mı?

Bence burdan taşın, evini sat git,
Mafya tehdit etti de, lütfen git.
Yarın bi gün ben evlendiğim vakit,
Karımın yüzüne bakmadan git.

Senden tek istediğim budur Nilüfer,
Bak teyze demiyorum, ikinci sefer.
Eğer hoşuna gittiyse bu şiir,

Ya beni öldür, ya da geber. 



12 Eylül 2015 Cumartesi

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (11.BÖLÜM)

Bir Japon Polisiyesi: Necla



Necla, japon polisiyesi gibi kadındı. "Çünkü erkek olunca polis, kadın olunca polisiye olur Necla" derdim, hiç gülmezdi, altında bi mana arardı Necla. Mal mal suratıma bakardı. Türlere cinsiyetçi yaklaşım getirdiğim gibi bir eleştiri beklerdim, onu da vermezdi. Zaten Necla'nın bana verdiği şeyler sınırlıydı: Yanında çantası olmayınca sigara paketi, arayanı olmayınca telefonu, sıkılınca televizyon kumandası ve mükemmel bir dajavu.

Her sevişmemizden sonra, "Bundan daha iyisi olamaz" diyordum. Necla ironik bir şekilde gülüyor, yani millet lafla yapamaz, o gülerken bile ironi yapıyor ve "O kadar emin olma" diyordu. Beni giderek daha da bağımlı hale getiriyordu. Zaaflarımı biliyordu, açıklarımı iyi yakalıyordu Necla.

Rahatsız mıydım? İlk başlarda hayır. Fakat sonra fark ettim ki, Necla beni sadece yatakta kendisine esir etmiyor, aslında tüm hayatımı tutuklu olarak geçirmeme sebep oluyordu. Başında bulunduğum örgütün içerisine sızan bir polise aşık olmuştum ve artık ondan emir alıyordum. Bir Japon polisiyesi: Necla.

Karşımda bir profesyonel vardı ve programlı ilerlemeye karar verdim. Önce nedenleri sıralamalıydım. Necla, bana bunu neden yapıyor olabilirdi? Bulabileceği en karizmatik erkek miydim? Hayır. En yakışıklı? Hayır. En zeki? Hayır. En aptal? Hayır. En zengin? Hayır. En Devrimci? Hayır. "En neyim lan ben!" Hepsinden biraz mıyım? Biraz karizmatik, biraz yakışıklı, biraz zeki, biraz aptal, biraz devrimci. Her ortama giderim. Evet, bu bir neden olabilirdi, bunun üzerine yürümeye karar verdim.

İkinci aşama, çözüm yollarını tasarlamaktı. Nasıl yakışıklı olmayacağımı biliyordum, beni biraz yakışıklı yapan şey zaten Necla'nın sözleriydi, olduğum gibi davranarak bu açığımı kapatabilirdim. Karizmatik olduğum anlar az da olsa vardı, soğukkanlılığımı koruduğum zamanlara denk gelir. Ama insanın başından soğukkanlılığını koruyabileceği kaç olay geçer ki? Pek geçmez, koruyabildiğim için biliyorum. Önce olay yaratmalıydım, ne olabilirdi? Gezi Parkı'na parayla bi kepçe sokmaya çalışsam, bu sefer başta tereddüt etseler de önce polis durdururdu, halk harekete geçmezdi. Ben de Necla'ya "Bugün beni evde tutamazsın" diye atarlanıp, evden çıktıktan sonra peşimden gelecek kadar etkilenmesini sağlayamazdım. Bu yüzden kitlesel olmayan ama büyük çaplı bir olay yaratmalıydım. Gece sevişirken yanlışlıkla prezervatif çıkmış gibi yapmaya karar verdim. Ama şüphe çekmemek için, Necla'nın yaşadığı andan başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar motive olmasını sağlamalıydım. Yatak odasını gitmeden önce, beş bardak havuç-limon-elma suyu içtim, iki kilo kuru üzüm yedim, biraz da kokain çektim ve geciktirici kullandım. Necla, o anlarda belki de ilk defa benimle evlenmeyi bile aklından geçirmişti. Yanına uzandığımda o muhteşem cümleyi söylediği anı hiç unutmuyorum: "Sen benim içime mi boşaldın?" Sadece prezervatif çıkmış dersem, ona karşı çok amatörce kalacağını bildiğim için, "Yanlışlıkla büyük boy almışım" dedim. Bu yazıyı okuyan erkekler için belki yüz karasıyım ama başka çarem yoktu, karizmayı çizdirdim. Zeki bir adam gibi davrandım ama aynı zamanda zeki bir adam olmadığımı da ispatlamam gerekiyordu. Bir kadına 'benimle evlenir misin'demek ya da 'biz evlenemeyiz' demek iyi ya da kötü bir yargı belirtir. İki ihtimalden sonra da sevişmeye devam edebilirsiniz. Ama bir kadını çıldırtacak ve sizin bir 'beyinsiz' olduğunuzu söylemesine neden olacak tek cümle, bir kaza kurşunu attığınız geceden sonra "Gerekirse evleniriz" demenizdir. Hiçbir zeki erkek böyle bir söz etmez. Bu laftan sonra biraz aptal olduğumu ispatlamama gerek kalmamıştı. Sırada biraz zengin olduğumu ispatlamam duruyordu. Yani aslında çok param olmadığını, yani 'ödemem var yoksa verirdim', 'az önce bi arkadaşa verdim' gibi cümleler kuran esnaf yavşaklığını göstermem gerekiyordu. İlk defa bu kadar çirkinleştim: Necla'nın elbiselerini açık arttırma sitesinden sattım, orjinalinden pahalıya gittiler. Bu işe atılmayı düşündüm ama çok zengin olma tehlikesinden dolayı vazgeçtim, biraz aptalım. Ordan gelen parayla salı pazarından Necla'ya yeni kıyafetler aldım. Aynı kıyafetlerden pazarda da satılıyordu. Artan parayı Necla'ya verdim ve o beylik cümleyi söyledim: "Kenarda üç beş birikmişimiz olsun". Biraz şüphelendi sanırım, çünkü o bir profesyoneldi ve bu çok köy kurnazı bir yaklaşımdı. "Benim zaten bankada param var" dedi. "Benim yok ama Necla" diyerek durumu toparlamaya çalıştım. Her ne kadar kıyafetleri için üzgün olsa da ekonomik durumumu da yüzüne çarpmış oldum, artık biraz fakirdim Necla için. Planım takır takır olmasa da, paldır küldür ilerliyordu. Sıra biraz devrimci olduğumu kanıtlamama gelmişti. Lanet olsun ki, benim için işin en zor tarafı buydu. Aslında zaten biraz devrimciydim ama yaşadığım ağır faşizm koşullarında direnmek benim için bir onurdu. "Öyle onur yürüyüşü mü olur amına koyim" LGBT yürüyüşünden önce, "Teröristlerle barış günü mü kutlanır" 1 Eylül'den önce, "Baban ölse her sene mezarına gitmezsin" 10 Kasım'da Anıtkabir'e gitmeden önce aklımdan geçen cümlelerdi. Diyemedim. Bir cuma akşamı Taksim'de bir meyhane de rakı içerken, polis kimlik kontrolü yapmak için içeri girdiğinde "Rakıdan bomba olsa içimde patlatırım, inşallah üçüz olur" dedim. Polis bizim kimliklerimize bakma gereği bile duymadı. Necla güldü. En azından kendi adıma biraz devrimciydim artık.

Planım kusursuz işlememişti bunu biliyordum ama bazen hikayeyi yazdıktan sonra güvendiği insanlara okutur yazarlar, 'kusursuz değil ama..' ile başlayan cümleler duyacaklarını bilerek ve en sonunda kendileri büyük yanlışı görürler, o andan sonra bir best-seller çöpe atılması gereken ya da yakılmalı diyebilecekleri bir kitap halini alır.

"Çocuğumuz olacak"

Dönerken 700 saysam da, giderken eve 230 adım mesafede bir meyhane var, koşarak oraya gittim. 120 adımda koştum. Uçtum adeta. 6 saat sonra 2200 adımda eve geri döndüm. Necla, karnındaki çocuğu alıp gitmişti. Biraz karizmatik, biraz devrimci, biraz bi bok olmalıyım, nereye gitti acaba, ya kafayı yiycem amına koyim, filan derken koltuğun üstünde sızıp, halıya yuvarlanmışım.

Sabah uyandığımda önce ağzımdan akan salyayı sildim. Sehpanın üzerindeki kahve bardağını gördüm, Necla içine sıcak su doldurdu. İçtim. Hiçbir şey konuşmadık. Gittim yüzümü yıkadım. Geri döndüm. Kapının yanında birkaç bavul ya da valiz; şimdi düşününce o an 'bavul ne, valiz ne' diye düşünmüş olmama şaşıyorum ama duruyordu. Necla sehpanın üzerine bıraktığı paraları işaret etti, bu ayın kirası, faturası için filanmış.

"Çocuğumuz"

Necla'yı sürekli aradım. Cevaplamadı. İki ay boyunca. Sonra bir gün ev sahibi sürekli aradığı için telefondan uzak durduğum zamanlar, cevapsız aramalarda Necla'nın ismini gördüm. Geri aradım, tam açmıyo diye kapatacakken cevap verdi. Kürtaj yaptırmış.

Eve gidip, bi duble rakı daha içip sızdım. Sabah uyandığımda yanımdaki not: "Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar"

25 Ağustos 2015 Salı

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (10.BÖLÜM)

YALNIZLIĞIN KISA TARİHİ
İnsanlık tarihi boyunca sürekli arayış içerisinde olmuştur. Acıkınca yemek aramıştır mesela, basit şeylerden başlamıştır. Sıcak aramıştır önceleri, su aramıştır. Sonraları sıcaktan korunmak için klima aramaya, kendisine daha çok dert edinmeye, daha karmaşık şeylerin peşinden koşmaya başlamıştır. Üzümden, rakı yapmış; rakıyı sek içmiş, sonra su katmış, bi duble daha içmiş, evin içinde nefes alamayınca balkona, sinekler ısırınca mağaraya geri dönmüş, yabani hayvan saldırılarına karşı pencerelerine demir korkuluk yaptırmış, bi duble daha içmiş, önce bakmış, sonra birşeyler söylemek istemiş, yutkunmuş, manalı olur diye bir iki ses çıkarmış, unutmayayım diye bu seslerden şarkı yapmış, sonra yine susmuş, uzaklara dalmış, sokaktan geçenleri seyretmiş, bir çakal iki de yaban domuzu görmüş, tüm duygusallığını kaybetmiş, dertlenmiş bu duruma, bi duble daha içmiş, anlamadığı şeyler varmış insanlığın, korkmuş, tapınaklar inşa etmiş, sunaklar yapmış, en güzel en samimi en içten hediyelerini bir hiç uğruna harcamış, şiirler yazdığı kadın onu istemeyince bi duble daha içmiş.
O zamanlar en çok duyduğum söz, "Valla, sen iyisin ha" oluyordu. 'Ben iyi miyim?' diye soruyordum kendi kendime, arkadaşlarım öyle diyor, çünkü artık hiçbirimiz mağarada yaşamıyoruz; eskiler dumanla haberleşirdi, bizse kafa buluyoruz. Onlar ava çıkardı, biz eve sipariş ediyoruz. Tarımı bile bizim için artık başkaları yapıyor; biz de onlar için ağrıyan yere patates basmak yerine ilaç, sınır kavgası yaşamasınlar diye kadastro, aptal kalmasınlar diye akıllı telefon yapıyoruz. 'Ben iyi miyim?', iyiyim, aslında herkes iyi, peki arkadaşlarım bana neden "Valla, sen iyisin ha" diyor. Arkadaşlarım neden kendilerini kötü hissediyor? Çünkü sevgilileri, aşkları, eşleri var. Okuduğum birçok makalede, yalnızlık insanlığın en büyük korkusu olarak belirtilir, ölüm korkusunun bile önüne geçmiştir ve bu okumuş etmiş iş güç sahibi insan evlatları, benim 'iyi' olduğumu iddia ediyor. Yalnızlığın iyi bir şey olduğunu; gece yanında yatan sadece bir kirpiğin bile aslında ne kadar mükemmek bir resim olarak seyredilebileceğini, nefes alıp verirken inip kalkan göğüs kafesinin kıyıya vuran dalgalar kadar huzur verici olabileceğini unutan insan iddia ediyor. Çünkü aranıyor, kaşıntısı var insan evladı insanın.
'Benim nerem iyi lan' diye bağırmak geçiyordu içimden. İnsanlar kendilerini boş yere mutsuz ediyordu ve üstelik bu yetmezmiş gibi yalnızlığıma övgüler düzüyordu. Ben mazot almak için şehre inen köylüydüm, onlar altlarında son model ciplerle bizim derenin yanına gelip, 'Valla, hayat size güzel' diyen şanslı zengin piçleriydi. Övüldükçe eziliyor, özgüven kaybım giderek artıyordu. 'Şu rakı bitse de, siktir olup eve gitsem' oluyordum. 'Nesi iyi lan yalnızlığın' diye düşünürken, bir başıma kalmak için can atıyordum. Rakı da illa ki bir yerde bitiyordu.
Her seferinde eve dönerken önce aklımdan film, dizi izlemek geçiyor, sonra saate bakıyordum ve geç olmuş oluyordu bahanem. Ama işin iyi tarafı gece hangi tekel bayinin, saat kaça kadar açık olduğunu bilmemdi. Giderek teknolojiden uzaklaşmaya, sosyal yalnızlıktansa bireysel yalnızlığı tercih etmeye başlamıştım. Bir kitap ayracı görmüş, yazan cümleyi çok sevmiştim. Masamın karşısındaki duvara bakıyor, hayaller kurabiliyordum bu sayede: "Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi". Kitabı hiç okumadım, belki okusam bu cümle ardında ve önündeki cümlelerle birleşince böyle güzel, bana böyle dost olmayacaktı, hayaller yazarın olacaktı o zaman, benim olmayacaktı. Kendi kendime oynadığım tüm oyunlar yasaklanacaktı: "Yalnızdım ve kadın çok güzeldi" oyunu, "Çok param var ve en güzel benim eşim" oyunu, "Yalnızım, kadınım ve çok güzelim" oyunu, "Yalnızsam, çokta güzellik aramam" oyunu, "Param yok, karı desen hiç yok" oyunu, "Karıyı buldunda, parayı mı dert ediyon" oyunu...
Hayatıma bir renk lazımdı anlayacağınız ama yoktu. Sabah evin neresinde olduğunu yattığım yerden kestiremediğim telefonumun ilk dört çalışına 'ya gereksizin biridir, ya arkadaşlarım boş bir iş için arıyordur ya da bi firma falandır' diye düşünerek cevap vermedim ama beşinci çalışa tepkisiz kalamadım. Arayan annemdi, aradığım renk hayatıma girecekti, dedim ya artık daha karmaşık şeyler peşindeyiz, amcam ölmüştü, 'Yalnızdım ve kadın çok güzeldi'.
Önce elinde bir tencere yemek taşıyan, cenaze evinde ve başını kapatmış bir kadın gördüm. "Kolay gelsin" dedim, "Saol, başınız sağ olsun" dedi. Güzel miydi, değil miydi onu bile farketmedim. Amcam bir kenar mahallede yaşardı, ben sadece eylemlere ve cenazelere gelirdim buralara. Adımı söyledim, adını söyledi ve işine devam etti. Kötü bir niyetim yoktu aslında ama sanki 'Beni işimden etme', 'Amcan ölmüş, cenaze var, sende boş durma bi şeyler yap' der gibi gitti. İnsanoğlu hala bilmedikleri birilerinden af diliyordu cenazelerde. Ama eskisi gibi değerli mallarını gidenin yanına koymaktan vazgeçilmişti, bu yüzden amcamın iki oğluyla aralarındaki paylaşım kavgasını giderebilmek için uzun uzun konuşmak zorunda kaldım. Eskiden bunu yapıyor muyduk, bilmiyorum ama ikinci günde yine bilmediğimiz bir şeyin söylediğine göre evde küçük bir organizasyonn olacak, hısım akraba konu komşu gelecekti. Dışarıdan içecekleri alma görevi bana verilmişti ve yine evde tanımadığım bir kadın bazı işlere koşturuyordu. Onun da hiç yüzüne bakmadım. "Valla, iyidim ha", o kadar çok alışmıştım ki yalnızlığa varacağım yer burasıydı. Kolay gelsin faslını geçtikten sonra, adımı söyledim, "Biliyorum" dedi. İşine devam etti. Bu sefer peşinden dikkatlice baktım, dün tanışmıtık evet, akşam yine başına örtecekti, çünkü kural böyle koyulmuştu. Belki yalnızlık beni köreltmişti ama merak unsuru hiçte fena durmuyordu. Akşam dua etmediğim için kendimi balkon yerine mutfağa attım. Sigara içerken bir yandan gözlem yapabiliyor, bir yandan da konuşulanları dinleyebiliyordum. Birincisi güzeldi, çok güzeldi, ikincisi yengemin yeğeniymiş, üçüncüsü "Allah razı olsun, her işe koşturuyor". Amcamın çocuklarıyla akşam meyhaneye gittik, sonra babam yanımıza geldi, uzun uzun dertleştik. "Baba, ben amcamın yedisine kadar burda kalayım, belki bi faydam dokunur" dedim. Amcamın çocukları "Yahu biz hallederiz"lere filan girmeye başlayınca, ısrar ettim, babam "İyi olur" dedi, annemden biraz para kopardım. Üçüncü gün ritüeli çokta gerekli bir icat değilmiş, pek gelen olmuyor. Daha uzun konuşma şansımız oldu, hayatımda gördüğüm en güzel konuşan kadın, ne edebi ne bilimsel, ne akılcı ne faydacı, içinden ne gelirse onu söylüyor ama cümleye başlarken bi takılıyor, bi duruyor, ne söyleyeceğini bilmediği için değil, söyleyemiyor sadece. Bu kadar güzel bir söyleyememek olmaz. Hiçbir erkek bir kadının ağzından çıkacak sözleri duymak için böyle bir heyecan yaşamamıştır. Her seferinde acaba şimdi ne diyecek tahmini yapıyorum ve tutarsa acayip keyif alıyorum. Sadece dilimize kazınan ataerkil lafları ettiğinde düzeltiyorum, itiraz etmiyor. Bu kenar mahallelerin en güzel taraflarından biri, herkes biraz politika biliyor. Dördüncü gün ülke meselelerini geçip kendi dertlerimizden konuşmaya başlayınca, gülüşünü fark ettim. Çok az sesli gülüyordu ama gülerken gözlerine bakınca en güzel şarkıları duyuyordunuz. 'Elini tutsam' diyordum içimden, orta okulda işe yaramıştı, fakat yalnızlık bu kadar çok yüzüme vurulmamıştı o zamanlar, şimdi yapamıyordum. Beşinci gün bulaşıkları yıkamasına izin vermedim, kendim yıkadım. İçeri gitti, halası ağlıyordu, o da ağladı. Onları görünce ağlayacak gibi oldum, kondunun üst katına çıktım, amca çocukları maç izliyordu. Altıncı gün rakı aldım, bira da aldım. "Üstte çocuklarla oturucaz, sende gel istersen" dedim. Geldi, o içmedi, biz içtik. Çocuklar konuşurken, onlara cevap verdi bazen, ben çoğunlukla sustum. Ben çoğunlukla susarken, çocuklar konuştu, o cevap verdi bazen. Daha rakı bitmemişti ki, çocuklar bitti. Kendime bi duble rakı daha koydum. Masayı o toplayacaktı, öyle görmüştü, kalkmadı masadan. "Bi kitap ayracı var" dedim, cümlenin önünü sonunu hesaplamadan girdiğim için küçük bi duraksadım, yüzüne baktım, ne diyeceğimi merak ediyordu, ilgisini çekiyordum, "Ayraç ne?" dedi. Soruyu hiç yadırgamadan gayet ince bi şekilde cevapladım: "Ya işte kitap okurken araya koyuyosun, en son kaldığın yeri unutma diye" dedim. Hala bana bakıyordu, 'Acaba ne diye bakıyor' oldum, "Bu kadar mı?" dedi, "Ne bu kadar mı?" dedim. "O ayraç mı neyse niye onu konuştun?" dedi. "Haa" dedim, "Şey yazıyor: Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi". "Aman canım" dedi, "Sevdikten sonra para mı dert!". "Yalnızım ve kadın çok güzel" dedim. "Doğrusu bu mu?" dedi. "Çok yalnızım" dedim. "Bak aramızda kalsın ama ben seni sevdim" dedi, sonra yine cümlesine başlamadan önce bi takıldı, aklımdan milyarlarca güzel söz geçti ve devam etti: "Benim sevgilimin bi ablası var, sana onu yapalım mı?" dedi. "Valla, sen iyisin ha" demekten başka çarem kalmamıştı.
Ayrıca yedinci gün ritüelini kim icat ettiyse götün tekiymiş, katılmadım.  

15 Ağustos 2015 Cumartesi

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (9.BÖLÜM)

BİR DAHA ASLA: ASLI

Kimi zaman insan, çoğu zaman istemeyeceği şeyleri yapmak konusunda hiçbir zaman olmadığı kadar çok isteklidir. Mesela evlilik gibi, sabah başının götünün ağrıyacağını bile bile birkaç kadeh daha içmek gibi veya ne bileyim, paraya çok sıkıştığında tövbe etmek gibi. Bazı yollar vardır, sonu başlangıç noktasıdır. İlerlediğinizi sanırsınız ama vardığınız yer, henüz emeklediğiniz yerdir. İnsanoğlu çok azı ayakta ölmekle birlikte, emekleyemeyecek ya da sürünemeyecek bir duruma gelir ve kendini ilk anasının amından çıktığı durumda bulur, sonra geberir gider. O an'a kadar hiç ölmeyi istemesede bu geriye gidiş, insanevladını çok yorar, mahveder, depresyona sokar, pis koyar, gökte bir yıldız kayar ve eğer biraz okumuşsa "Diyalektiğin bir üst aşamasına geçemedi" yok biraz anlamadığı dilde bir kitabı okuyanların okuduklarını duymuşsa "Taksiratı küsuratı affolsun" diye yadedilir. Ama bu son noktaya gelmediyse; çoğu insan, kimi zaman yapmak istemeyeceği şeyleri yapmak konusunda, her zaman çıldırmışcasına bir arzu duymaktadır.

Asla "Yapmam" dediğim şeyleri yapmam. İlkeli bir insanımdır. Bu yüzden David Lynch filmleri izlemek dışında başka hiçbir şey için "Yapmam" demedim. Çok zorda kalırsam "Şimdi yapmam" dedim. Ders çalışmak için "Yapmam" demedim mesela, çalıştım, sadece annemin babamın istediği zamanlarda yapmadım, belki de bu yüzden üniversiteyi oniki yılda bitirdim, pişman değilim, sonuçta yaptım. Okul bitince çalışmam gerekti, "Yapmam" demedim. Çalıştım, biraz aksak biraz aralıklı ama çalıştım. Benden istenilen işleri, şimdilik hedeflerim başka diye yapmadım ama "Yapmam" demedim. "Birgün evleneceğim" dedim, "Zamanı gelince", "Şimdi değil" dedim. "Yapmam" demedim. İlkeli bir insan olmakla, ilkeleri olan bir insan olmak arasındaki büyük farkı o zaman anladım. Asla yapmak istemeyeceğim şey, 'ped' reyonunun karşısında durup, marka-model-ebat gözetirken, işin içinden çıkamayınca telefona sarılıp "Hayatım, emin olamadım da..." diye başlayan bir cümleyle alışveriş sepetine benim için hiçte gerekli olmayan bir sürü zımbırtı doldurmaktı. "Yapmam" diyemedim.

Haftanın beş günü işe gittim. Her sabah bir yumurta, bir iki dilim peynir, birkaç zeytin yedim. Evden çıkarken Semra, kapının yanındaki boy aynasında önce göğüs dekoltesine, sonra bana baktı. Ben çoğunlukla dişlerimi fırçalamayı unuttuğumu bahane edip işe otobüsle gittim. İş yerindekiler bana baktı, Semra'nın göğüs dekoltesini düşündü. Öğle yemeklerinde kadınlarla birlikte salata yedim, sonra kahve fallarına baktım. Hepsini kocası, Semra'nın dekoltesiyle aldatıyordu. Hepsi de kocalarını aldatmak için can atıyordu. Semra'nın kart basma zorunluluğu olmadığı için hep benden önce çıkıyordu. "Şöyle güzel bir akşam yemeği" yiyorduk, sonra eve dönüyorduk. Her akşam tatil için "Mutlaka buraya gitmeliyiz" diyordu Semra, yaklaşık önümüzdeki üçbindörtyüzellibeş yıllık tatil planımız hazırdı. Semra "Ben yatıyorum" dedikten sonra yatağa girmesi bir saati bulduğu için ve bu süre içerisinde ben uyursam bana kızacağı için kendime bir kadeh rakı koyar, ağır ağır demlenir, sonra iş yerindeki dedikoduları bir daha dinler ve uyurdum. Hiçbirisine "Yapmam" demedim.

Yıllar geçtikçe insan ilk gençliğindeki ya da ergenliğindeki gibi olmak istiyor. Çünkü o zamanlarda kendisini asi kılan ve tüm saçmalıkları yapmasına mani olan herkese kafa tutma arzusu barındıran, görünmeyen, bilinmeyen, kokusuz ve renksiz bir uyuşturucu kullanıyor aslında. Lise bittiğinde toplumsalın üzerimde yarattığı baskıya daha fazla direnememiş, gittiğim dersanenin karşısındaki hayat mektebine bir ziyarette bulunmuştum. Daha doğrusu hem ziyaret hem ticaret. İki tarafta kazanıyordu. Ben adeta bir KOBİydim. Her ne kadar daha sonradan asıl adım olan 'esnaf' kullanılacak olsa da, bankadan çektiğim krediyle açtığım dükkana belediye başkanı, kaymakam çiçek göndermiş ve tüm aldığım riskleri bertaraf edeceğimi bilen bir özgüvenle, gerekirse camiye gider, namaz bile kılardım. Annemden aldığım harçlıktan biriktirdiğimleyse en fazla bu kadarını yapabildim ve ikinci taraf yani Aslı da parasını kazandı. Ben yeni bir yola adım atıyordum, Aslı ise gişede bilet kesiyordu. Biraz sürat yaptım. "O arkadaşınıza söyleyin, bir daha gelmesin" demiş Aslı, "Verdiği paraya yazık" diye de eklemiş. Eğer işleriniz iyi gitmiyorsa belediye başkanından randevu alamazsınız ve önünüzdeki masanın camının altına yerleştirdiğiniz açılış günü fotoğrafındaki çiçeğe bakar derin bir iç çekersiniz.

Akşam olsa de işten bi an önce kurtulsam diye beklerken, Semra Hanım'da mail geldi. "Yarın akşam, 'çalışma hayatında yeni ilkeler' isimli sunum yapılacaktır. Katılım zorunludur" yazıyordu. "Yapmam" dedim. Yarın oldu. Semra Hanım'ın odasına gittim, izin istedim. "Ama sonra yemek olacak, benim gitmem lazım" dedi. "Git" dedim. Eve gitmedim, canım sadece içmek istiyordu. Önce iki bira alıp sahile indim. Telefonumdan Semra'ya mail attım: "İşten ayrılmak istiyorum, yerime başkasını bulana kadar sizi zor durumda bırakmamak adına çalışmaya devam edeceğim" yazdım. Bu basit cümleyi yazabilmek için iki birayı heba ettim. Sonra bir türkü bara girdim. Altı üstü bi yirmilik rakı içtim, galiba iki de bira; ben bara, hesap bana girdi. Cebimdeki tüm parayı verdim. Üniversiteye girdiğim ilk yıl babam bana verdiği kredi kartını iki ay sonra iptal etmek zorunda kalmıştı, o günden beri kullanmam, canım eve gitmekte istemiyordu. Annemden, babamdan gizli gizli para istemişliğim çoktur, ama saat geç olduğu için ve eğer bunu yaparsam annem muhtemelen dertten kederden tekrar sigaraya başlayacağı için, Semra'yı aramaya karar verdim. Meşgule attı orospu. İlk 'çıktığım kız' telefonunu açmayınca evden aramış babasıyla konuşmuştum. Yalan söyledim, o zamanlar cep telefonu yoktu. Ama o yaşlardayken bunu yapabilirdim. Semra bunu kendi istemişti. Şimdilik haberi olmasa da 'eski' patronumu aradım ve Semra'ya ulaşamadığımı söyledim. Semra telefonu eline aldı, "Canım bi şey mi oldu?" dedi. "Bana bin lira göndermezsen, kocanı öldürürüm!" dedim. Hayır, ben o toplantıdayken şaka yapıyor olamazdım, peki şaka yapmıyorsam niye para istiyordum, eve gitmemiştim ve serserilik mi yapıyordum, yine yatak en son üç yıl önce tanık olduğu ve o gün yasakladığı gibi leş gibi alkol kokan bir herifin horultusuyla ve eve gelmeden önce içtiği işkembenin lanet kokusuyla mı dolacaktı, bunları düşündü Semra, bir saniye içerisinde düşündü bunları Semra. Müsade isteyip masadan kalktı. 'Eve git' dese "Yapmam" diyeceğimi biliyordu. Parayı gönderirken gururuma yediremediğim için tembihledi diyorum ama aslında posta koydu: "Salonda yat, odaya girme"

Bi taksiye bindim, içmeyi sevdiğim bi yer var, oraya gitmesini söyledim. Giderken yolun kenarında çok güzel bi kadın gördüm. Kadın o kadar güzeldi ki sol şeritteki taksiye fren yapması için önce bağırdım sonra yalvardım. "Hemşerim dur" dedi, bu isteğimin mantıksızlığına beni ikna etti taksici ama "Biraz ilerdeki kavşaktan döneriz" dediğinde ben kendimi kaybettim ve bugüne kadar hastaneye çok insan taşımış biri olarak ambulans şoförüne "Daha hızlı gidemez miyiz?" ya da trafiğe "Yolu açın orospu çocukları!" diye bağırışlarım, o an ki haykırışlarım karşısında bir hiçti. Otelin önünde mutlu mesut arabadan inerken yüz lira yerine yüzelli lira verdim taksiciye, yüzelli lira da oda parası ödedim. Bi de rakıyla meyve söyledim. Bahşişiyle birlikte gelen çocuğa ikiyüz lira verdim. "Yirmi lira bozuğun var mı?" diye sordum, aldım, kalan parayı da o'na verdim. Rakıları o doldurdu. Üstündeki elbiseyi çıkardım, başka bi elbise giydirdim. O suları doldurdu. Makyajını sildim, tablosunu yaptım. Kadehini tokuşturdu. Ojeleri pembeydi, öyle bıraktım. Bir yudum aldı. "İstersen hemen başlayalım, ama rakıya yazık" dedi. Bir yudum aldım. "Başladık zaten" dedim. Adını sordum, "Aslı" dedi. Bende film koptu. Anlattım da anlattım. Aslı'dan başladım, Müzeyyen'den, Derya'dan, Semra'dan bahsettim. Hayatımda ilk defa karşımda bir kadın varken bu kadar uzun konuştum. Ben konuştum, o rakı doldurdu. Ban ağladım, o içti. Gün ışımaya başladı. Semra'dan mesaj geldi: "Nerdesin!" yazıyordu. "Önce aynada kendine baktı, sonra bana bunu yazdı" dedim. Sustu, bi şey demedi. "Sen de var ya yeni gelin gibisin" dedim, güldü. Semra aradı, açmadım. "Ben boşanıcam galiba ya" dedim. "Yapma abi" dedi. "Benimle evlenir misin" dedim. Evet bunu dedim. O an evet dese, açık söylüyorum evlenirdim. "Abi benim iki çocuğum var" dedi. "Onlar benim de çocuklarım, abi deyip durma bana" dedim. "Anlamıyosun abi, karım var karım" dedi.

Bi duş alıp çıktım, eve gittim, uyudum. Akşama doğru uyandım, kahve içtim. Çok gergindim, rakı koydum kendime ve Semra'yı beklemeye koyuldum. Semra geldi. Ama boş gelmedi: Yanında eski sevgilim ve avukat Deniz Hanım duruyordu. "Yaptım" dedim ama "Yapmam" demedim.

10 Temmuz 2015 Cuma

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (8.BÖLÜM)

KABUKLU FISTIK: NİSANUR
Laik bir sokakta büyümüştüm. Bizde işler hep saçma sapan gittiği için, sokaklar laik, mahalleler muhafazakar ve 'çok milliyetçi bir ilçe'ler oluyor. Bu temelli; burda şunu, şurda bunu istemeyiz yaklaşımları yaşanıyor ve bu öbürünü istemeyen insanların her biri hunharca sömürülüyordu. En önemlisi komşu komşunun külünü muhtaçtır noktasından, birbirimize düşman olma noktasına gelmemizdi. Laik bir sokakta büyümekten hiçbir zaman rahatsız olmasamda, pardon hürriyet, sözcü, aydınlık filan isteyen bir komşu olduğunda rahatsız oluyorum, yani laik bir sokakta büyümekten az rahatsız olsam da, hemen bir birgün gazetesi alıp diğerlerini araya sıkıştırıyorum, görünmesinler diye. Ben de laisizme inanan bir insanım. Yine de aynıların birliğinden ziyade, farklılıkarın zenginliğini tercih ederim. Kast ettiğim şu değil tabi ki, ben müzik dinleyip dans etmekten çok sıkıldım, iki rekat namaz kılalım ya da ne bileyim; hadi birilerini linç edelim filan değil. Hani bayram olur iki kavurma yeriz onun derdindeyim ben. Ha sokakta kesmeye kalkarlarsa ben de karşı çıkarım, o ayrı dava. Ama mesela ben sabah güneş yüzüme vurunca uykum kaçıp, bir de sıcak bastırmışken elime kahvemi alıp balkona çıktığımda kendi kendime 'Aaa yine bayrak asmışlar, ne bayramıydı lan bu, neyse ne ya, el öpünce sadece nutuk çekiyolar, insan bi kutu bira verir' demekten bıkmıştım. Üst katınızda bir albay oturuyorsa ve bu özel günlerde asılan kocaman bayrak salonunuzu ışıksız bırakıyorsa durum daha da çekilmez hale geliyordu. Fakat karşı balkonda bayrağı gördükten sonra ilk defa kendi kendime söylenmeden koşarak geri salona girdim. O da ne, salonum apaydındı. Yoksa ikinci cumhuriyetçiler mi kazanmıştı? Hemen salon duvarına bir seccade, kapıya da karınca duası astım. Telefonumun melodisini ilahiye çevirirken aklım başıma geldi, rengi solmuşta olsa karşı balkonda hala sallanan bir bayrak vardı. Hala bu ülkede din ve devlet işlerinin birbirinden, kadınların tek eşinden ayrılması ihtimal dahilindeydi. Peki ya albay, bağırarak söyledim: "Lan yoksa albay öldü mü?" Koşarak üst kata çıktım, kapı açık ve ev bomboştu. 'Eşyalarıyla birlikte gömülmek istedi galiba' diye düşündüm. "Hayırdır hemşerim?" diye bir ses duydum, albayın salon penceresinden kendi evime bakarken, mutluydum artık salonuma karanlık çökmeyecekti. "Albay öldü mü ya? diye sordum keyifle. "Tövbe tövbeee" dedi dudakların üstündeki ince bıyık. Pek hoş bir tanışma olmadı haliyle. Albay taşınmıştı, bana bir 'eyvallah' dememesinin de tek bir sebebi vardı, biliyorum. Sırf bayraktaki beyaz yıldızı kızıla boyadım diye bana gönül koymuştu albay. Bayraktaki tek hilal, onun için katlanamayacağı bir siyasal hareketi çağrıştırıyordu. Ben de durumu düzeltmek adına yanına iki hilal daha koyunca albay iyice deli oldu. Hilallerin altına birer iki nokta yerleştirdim ve "Barışalım mı?" yazdım, yine ikna olmadı; neyse en sonunda siktir oldu gitti. Artık kolumun altına rakı şişesi sıkıştırmadan da üst kata çıkabilecektim. Kapı deliğinden son eşya taşıyıcısının da ayrıldığını görünce tabakta kuru pastalar ve bir demlik çayla yukarı çıktım. Kapı açıktı, medeni bir insan gibi seslendim "Kimse yok mu?" Nisanur kapıya geldiğinde hayatımda ilk defa bir kadına şunu söyledim: "Selamın aleyküm" İçeri buyur etti beni. Kendisi ev hanımıydı, eşiyse çevre mühendisi olduğunu söylüyordu ama daha çok ev tipi tüpe benziyordu. Biz tüp adamla, 'inşallah'lı 'maşallah'lı konuşurken Nisanur yatak odasında, kapı camına yansıyan görüntüden anladığım kadarıyla valizleri boşaltıyordu ve ilk defa upuzun saçları olduğunu gördüm, 'kabuklu fıstığım' üstünü değişmeye başlayınca. Eğer bu bir film olsaydı, cama yansıyan görüntü tam olarak kalbimin içinde görünüyor olurdu. "İkindi okundu mu" diye sorunca tüp adam, konu nerden nereye geldi bile diyemeyecek kadar boşluktaydım ve "okundu" dedim, "ben kıldım da geldim". Önce bi yadırgadı, ezan saatlerini biliryomuş it, yirmi dakikadır burada olduğuma göre erken kılmış olmayaymışım? Cama Nisanur'un görüntüsü sürekli hareket ettiği için vücut hatlarını çok kavrayamayacağım bir şekilde düşüyordu, ben de gözlerimi daha kısarak bakmak zorunda kaldım. Tüp adam, kendisine kızdığımı sandı ve durumu toparlamak adına bana kıbleyi sordu: "Ne tarafa dönüyoz?" Albay hep, "Türkiye yüzünü batıya çevirmeli" derdi. Elimle batıyı gösterip, içimden "Yat lan!" dedim tüp adama. O, namaza durunca tekrar yatak odası kapısının camına doğru baktım fakat hiçbir şey görünmüyordu. Bir gözümle tüp, gaz kaçırıyor mu diye dikkati elden bırakmadan, oturduğum koltukta biraz daha yana eğilerek diğer gözümle odanın biraz daha içini görmeye çalıştım. Göremeyince biraz daha eğilmeye meylettiğim sırada Nisanur aniden odadan çıkınca bir bardak dolusu sıcak çayı bir dikişte içme kararını bilinç düzeyinde verecek değildim elbet ama bunu bilinç altıma yerleştireninde kitabına tüküreyim. Sanki her şeyin farkındaymış gibi kendi kendine bir gülümsedi Nisanur, bana hiç bakmadan yerdeki koliyi almaya eğildi. İçim zaten yeni komşularım olduğu için kıpır kıpırdı, bir de üstene çayı basınca artık yerimde duramıyordum ve hareket etme fırsatını buldum, "Siz bırakın Nisa Hanım, ben taşırım" deyip koliyi elinden kapmam bir oldu. "Nereye gidecek bu?" diye sorunca eliyle kendisini takip etmemi işaret etti. Peşinden yatak odasına girdiğimde açık olan iç çamaşırı çekmecesi gözüme çarptı ve farklılıkların zenginliğimiz olduğunu bir kez daha anladık, ben ve suç ortağım. Belki beş saniye kadar geçmişti ki, tüpten bir ses geldi: "Öhö öhö" gıcık kapmıştı it, basınç yapıyordu. Yatak odasından çıkmadan dayanamayıp son bir kez Nisanur'a baktım, yine kendi kendine gülümsüyordu. Salona girdim ve seccade toplayan tüpe "Allah kabul etsin" dedim. Nisanur duysun diye de ekledim: "Şüphesiz ki o tüm gerçekleri görüyor" Ertesi akşam işten eve dönerken tüm mahalleliyi hayrete düşürecek bir olay yaşandı; ben ilk defa elimde siyah bir poşet olmadan, kutsal denilen bir kitabın türkçe mealiyle sokağa giriş yaptım. Yatsı namazından beş dakika önce bakkalı aradım ve "Bana beş bira gönder, tam beş dakika sonra çocuk kapıda olsun, zile basmasın ben kapıyı açıcam, bir de siyah poşede koyma" dedim. Muhtemelen birlikte namaz kılıyorlardı ve Nisanur ülkemizde alışılageldiği üzre benim bira içtiğimi görüp beni katı bir laik olarak yaftalayamayacaktı, ama yine de risk almaya değmezdi. Bu bir süre daha böyle devam etti. Televizyon açmayıp sürekli Yusuf İslam dinlemekten çık sıkılmıştım ve iki duble rakı içtikten sonra migrostan aldığım tereyağını ambalajından çıkarıp, bir streç filmin içine sardıktan sonra üst kata çıktım, kapıyı çaldım ve 'kabuklu fıstığım' açtı demeyi çok isterdim ama tüp adam açtı. "Köyden yağ gönderdiler de, size de getirdim" dedim. "Yengen bayılır" dedi. Yengen dedi bana, beni tahrik etti, atletiyle evde oturan tüp. Ev hali bir insana bu kadar mı yakışır, kapıya geldi: "Ayy çok teşekkürler" dedi, 'tatylı kabuklu fıstığım' Tüp adamın telefonu çaldı, nihayet başbaşa kalabilmiştik. "Yarın sabah kahvaltıya bize buyurmaz mısınız?" diye sordu yine hınzır bir gülümsemeyle, 'yaramaz, taytlı, kabuklu fıstığım' Kulağına eğilip "Kahvaltıda olmaz" diyemedim. Fakat her şeyin bir ilki vardı.

3 Temmuz 2015 Cuma

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (7.BÖLÜM)

SANAT FAKÜLTESİ MEZUNU: MÜZEYYEN
Dini inancım yok. Batıl inanç, nazar, fal, kedi kesmek bu gibi şeyleri de iplemem. Çocukluktan beri de yakardığımı hatırladığım tek an; orta okulda okurken aynı zamanda dershaneye gidiyordum ve feci ishal olmuştum, 'Allah'ım beni bu durumdan kurtar, söz inanıcam' demiştim kendisine ve çok samimiydim, o mucizeyi bekliyordum, iyi bir mümin olabilirdim ama sürekli abdestim kaçıyordu ve olmadı. Ben de bir daha inanmayı aklımın ucundan dahi geçirmedim. Bir ergeni dersin ortasında tüm sınıf ona gülerken, zırt pırt tuvalete koşmak zorunda bırakan bir tanrı benim tanrım olamazdı. Eğer ben kahve içtikten sonra keyifle sıçamıyorsam, benden nasıl inanma mı beklersiniz? İnanmadım ben de. Ama 'Deli Emine'ye inandım. Annem, ne zaman beni korkutmak istese, eğer kendi dediklerini yapmazsam 'Deli Emine'nin beni cezalandıracağından bahsetti. Din de zaten böyle bir şey değil mi? Üstelik bizim mahallenin tanrısı kadındı ve annem pozitif ayrımcılık yapıyor olabilirdi. Biat ettim. Tüm erkeklerin yaptığı ve benimde gelecekte yapacağım şeyi, çocuk yaşta öğrenmiş oldum. Fakat tanrının zulmünü öldükten sonra görecektik, her gün üzerimize haçlı seferi düzenleyen, cihad eden, kesip kanımızı içen kadın tanrıdan daha tehlikeliydi ve lanet olsun ki biz dervişler; üstümüzde bir bez parçası, elimizde bir yemek tası, aşkla dolu kalbimiz ve iflah olmaz sikimizle devran ediyorduk. Ben 'Deli Emine'nin sokağından geçtiğimi hatırlamam. Müzeyyen'in evinin önünde en az üç bira içmeden yukarı çıkmışlığım yoktur. Yıllarca hayalini kurduğum 'sex, drug, alcohol' dolu bir hayat üç kat yukardaki teraslı evin içerisinde beni bekliyor fakat ben her seferinde 'karım beni aldatıyor galiba' tedirginliğiyle eve giren koca olmaktan kendimi bir türlü kurtaramıyorum. Haklı sebeplerim de var, haksız da sayılmam. Birincisi Müzeyyen'in kalçaları, ikincisi beyni. "Yapma artık, onlar benim müşterilerim" lafını duymaktan bıkmış haldeyim. Sırf bu yüzden makul, mantıklı bir cevap verebilmek için eve girdiğimde Müzeyyen'in kalçalarına bakmadım. İçerde bir kız acı içerisinde ağda yapıyor, bir hıyar gitar çalıyor, bir başka hıyar kendi kendine gülerken cigara sarıyor, bir teyze ağlıyor ve tualin arkasında durduğu için sadece saçlarını görebildiğim Müzeyyen duyduğu seslerin kendisine hissettirdiklerini resmetmeye devam ediyordu. Elinde ufak rakısıyla içeri giren, işinden çıkıp sevgilisinin yanına gelmiş ben doğal olarak bir sanatçıya malzeme sunmayacağım için hiç dikkatini çekmedim. Koşarak kendimi terasa attım ve hemen horon oynamaya başladım. Çünkü en önemli aşamayı geçmiştim: Müzeyyen'in kalçalarını görmemem lazım. Rakımı da içerdeki ortama hiç dahil olmadan içecektim. Çünkü belli bir süre sonra her şey birbirine giriyor. Saran çocuk ağda yapmaya, teyze gitar tellerine sürtünürek orgazm olmaya, Müzeyyen bana "Sanat, yaratıcı düşünce, özgür bilinç harika" filan demeye başlıyordu. Ama mutfağın terasa açılan kapısını içerden kilitlemek, muhtemelen benim işimdi ve "Hangi piç kurusu..." diye söylenmeye başlayacakken sustum. İçeri girdiğimde yaşanacaklar hiç değişmiyordu: Biz Müzeyyen'le kavga edecekken, ben tam böyle kafamı duvarlara vurup kendimi parçalara ayırmayı ve böylelikle bu boktan yaşamdan kurtulmayı umarken, başka insanların gözü önünde sevişen, boşaldıktan sonra alkış yağmuruna tutulup, Müzeyyen bana masaj yaparken, hıyarın birisinin uzattığı cigarayı içen, kızın birisinin ağzıma koyduğu meyveleri yiyen şeker gibi bir adam olacaktım. Bu yüzden terastaki saksılar için koyulmuş su şişelerinden bir buçukluk olanı gözüme kestim. Yarısına kadar rakıyı doldurdum, kalan yarısına da bir başka şişeden su ekledim. Meze olarakta aloe-vera, limon yaprağı, esrar ve saksılarda başka ne varsa koparıp karıştırdım; köpek maması kabına koydum. Çişim geldiğinde de terasa işedim ama komşular görmesin diye eğilerek yaptım. Bir ara Joan Baez, bir ara Tarkan ve hatta bir ara Grup Yorum dinlediklerini duydum içerdekilerin. Müzeyyen'den mesaj geldi 'Bu akşam sanat terapisi yapıcaz. Sıkılırsın sen, istersen kendi evine git' yazıyordu. Perdenin çok küçük bir aralığı vardı, oradan içeriyi görmeye çalışıyordum ama göremiyordum. Yine tek bir mum yakıp ışığı söndürmüşler, kim bilir içerde ne bok yiyorlardı. Müzeyyen'in gözleri geldiğimi görmemiş, kalçası hissetmemişti. Midem fena bunalıyordu. Mama kabına doğradıklarımı artık elimle yemekten vazgeçmiş, dört ayağım üzerine çöküp bir köpek gibi yiyordum. 'Bunu sen mi söylüyorsun, kalçaların mı?' diye yazdım Müzeyyen'e. 'Kalçalarım konuşamadığına göre?' diye cevapladı Müzeyyen. Ayağa kalktım, alt komşunun çamaşırlarının üzerine bi güzel işedim. 'Ben gelmiyorum öyleyse, sen keyfine bak canım' yazdım. Ve sanırım iki duble kadar rakı kalmıştı şişede, fondip yaptım. Terastan içeri dalmayı düşünürken, kapıyı açmamla ayağımın takılıp kendimi yerde bulmam bir oldu. Koşarak tuvalete daldım, biraz kusup rahatladım. Ne kapıyı çalan oldu, ne 'İyi misin?' diye soran. Salona geri döndüğümde herkesin çıplak olduğunu fark ettim. Ama daha da önemlisi kimsenin beni fark etmediğini gördüm. Herkes trans halindeydi ve teyze Müzeyyen'in kalçalarına öpücük konduruyordu. Tabi ki şarap içiyorlardı ve elime geçirdiğim şişeyi de bir dikişte bitirip, tekrar tuvalete koştum. Dışarı çıktığımda cigara saran hıyar kafasına poşet geçirmiş, diğer hıyar bir yandan şiir okurken bir yandan onu düzüyordu. Müzeyyen'den mesaj geldi: 'Keşke burda olsaydın, seni çok özledim' yazıyordu; bir de kalçasındaki ruj izini fotoğraflayıp göndermişti. Mutfağa girdiğimde koca dolabı bulup içinden birayı zor çıkaracak kadar flu görmeye başlamıştım. Biradan bir kaç yudum aldım ve bu duruma bir son vermeye karar verdim. Müzeyyen'in kalçasına sağlam bir tokak yapıştırmak istesem de dayanamayıp öpmeye başladım. Fakat bu pürüzler de neyin nesiydi? Tekrar tuvalete koştum, teyzenin kalçasına yumulduğumu anlayınca. Biraz daha kustuktan sonra, küvete yattım ve arada tavan olmasına rağmen yukarı doğru seslendim: "Ne geçti lan eline?"

27 Haziran 2015 Cumartesi

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (6.BÖLÜM)

BİR AŞK SARHOŞU: BAŞAK

Yazlıkta yine kendimce eğlenceler yaratıyordum. Burada geçirdiğim beşinci seneydi ve bir yaz çocuğu olarak yine doğum günümü; gündüz bahçenin otunu temizlerim, sıva yaparım,  akşam üstü bi havuza dalar çıkar, yemekten sonra da en az üç kilometre yürüyüşümü yapar, sonra kendime iki duble rakı koyar, vurur kafayı yatarım şeklinde planlamıştım. Çünkü buraya taşındığımızda yaş ortalaması ellibeşti ve artık altmış olmuştu. Üreyemedikleri için genç nüfus artmıyor, aksine beni de kendileriyle birlikte yaşlandırıyorlardı. Bundan üç yıl önce Selma'yla şimdi havuz olan ama o zaman kocaman otların olduğu yerde sevişmiştik. Selma'nın dipdiri bir vücudu vardı. Hani kadınların, üzerinde bir kıyafet gördüğünde, içlerinden 'Ama ben de onun ki gibi durmaz' dedikleri modeller gibiydi Semra. Şimdiyse 'Su o kadar soğuk ki, benim ölüyü diriltti' diyen amcalar var aynı yerde. Ama sağolsunlar, bana doğum günümde en güzel hediyeyi onlar verdi ve beni pide almaya göndermediler mübarek ramazanda. Rakı değil, bira içeceklermiş iftardan sonra o yüzden kuvvetli yemelerine gerek yokmuş. 'Ama, ama, ama! Bugün benim doğum günüm lan! Beni niye çağırmıyorsunuz orospu çocukları?' diye geçirdim içimden. Hırsımdan yürüyüşü altı kilometreye çıkardım. 'Bi daha otobüste yer vereni siksinler' dedim kendi kendime. 'Havuza tuz değil, kireç atın lan, kokuyosunuz' diye bağırmak istedim. Selma'nın babası geldi sandım, evin ışığı yanınca. Dolapta kesin bi şeyler vardır umuduyla, sekizinci kilometrede yürümeyi bıraktım ve koşarak zili çaldım. Kapıyı bir Emre Bölezoğlu açtı; tam taşaklarına tekmeyi basacaktım ki, Selma'nın sesini duydum: "Tanıştırayım Erdal, komşumuzdur, babamın kankası" Bu kadar mı lan bu kadar mı? Sevişirken dikenlerin götümüze battığı, karıncaların meme uçlarımızı ısırdığı anları ne çabuk sildin attın be! bakışı attım Selma'ya. Emre elini uzattı, karşılık vermeden içeri girdim. Tek bir şansım vardı artık, Selma'ya onun için gelmediğimi göstermeli ve nokta atışı yapıp, mekanı terk etmeliydim. "Şu dolapta benim bi yarım rakım olacaktı" dedim. Ulan ne güzel babalar var, yarımdan biraz fazla rakıyı elime aldım, iki birayı da şortumun ceplerine sıkıştırdım. Mutfaktan çıkarken ceplerime bakmasınlar diye dik dik ikisininde yüzlerine baktım. Evi terkederken, şortun biraları koyduğum ceplerine arkadan bakınca göreceklerini bildiğim için, yüzümü tekrar onlara döndüm ve "Yalnız bu sitede aileler yaşıyor, ona göre!"dedim. Kapıdan geri geri çıktım. Elimdekileri bir kenara soteleyip, bizim ihtiyarların içtiği yere gittim. Bir tanesi elindeki altından deldiği poşete çeşit çeşit meyveler doldurmuş, yıkamaya gidecekti ki; elinden poşedi kaptım. "Beyler ayıp olmuyo mu ya, ramazan vakti! Hadi içiyosunuz adabınızla için, ne bağıra çağıra şarkı söylüyosunuz!" dedim. Bira içicez dedikleri, aslında iftar yemeğiymiş, yani rakı içmiycez bu akşam demekmiş. Şarkılarda başka yerden geliyormuş. Az önce göt olmuştum, şimdi göt oğlanı oldum. Meyve poşedi elimde derhal oradan ayrıldım. "Rakı bardaklarımı almayı unutmuşum" diyerek tekrar eve daldım. "Erdal, hiç değişmemişsin" dedi Selma. Boydan bir süzdüm ve "Sende bir şeyler değişmiş ama" dedim. Emre tam bana ağzına ne geldiyse söyleyecekti ki Selma ağzını kapattı. Havuz başına oturdum, zincirle kapatılmış dolaptan su çıkarmayı başardım. Meyve poşedimde hazırdı, başladım içmeye. Rakıyı bitiremeyecektim ama hala sahur olmamıştı ve annem ayaktayken bu halde eve gitmek istemiyordum. Hala inceden bir kadının şarkı söylediği duyuluyordu. Alkolünde etkisiyle "Arkadaşım bu sitede yaşlı insanlar oturuyo, ayıp olmuyo mu" diye bağırdım. Kadın sustu, sessizlik oldu ve o an Selmaların evinin havuz tarafından görünen ve Salma'nın odasına ait olduğunu bildiğim pencerede, o lanet batı sinemasının klasikleşmiş anlatımlarından birini gördüm; perdenin üzerine birazdan yatağa düşecek iki insanın ön sevişme halindeki gölgeleri düşüyordu. "Sen miydin lan, o az önce bağıran, şimdi de bağırsana" ben bunu kendi kendime söylerken Başak'ta bana söyledi. O az önce bağıran adamdan iz kalmamıştı. Ne diyebilirdim ki, 'Senin şarkın yarıda, benim aklım karıda kaldı' diyemezdim ya. "Çok sıkılıyorum be, bi boka da yaradığı yok, kendi sorunlarımı çözemeyince, başkalarına sarıyorum, eğlence arıyorum işte, sen bana aldırma, ben öyle bağırır susarım, sen şarkını söyle" dedim. "Rakı mı o?" diye sorarken, havuza düştü Başak. Elbette onu kurtarmak için havuza atlamayı aklımdan geçirdim ama ben o kafayla harekete geçene kadar o kıyıya varmıştı. Çıkmasına yardım ettim sadece, ve memeleri Polis Akademisi'ndeki o mükemmel sarışın çavuşun memelerinden daha sertti. Yazlığın az olan güzel taraflarından biri evin tek kapısının olmaması. Hocanın ezana durmasını fırsat bilerek, kendimi hissettirmeden evden havlu, şort ve Selma'dan kalma hala sakladığım tişörtü alarak çıkmam bir oldu. Başak kurulanırken, perdeye düşen gölgelerin yüzde biri kadar net göremediğim fakat çok daha erotik, bir filmin içinde gibiydim. "Tamam, dönebilirsin" dediğinde sihir bozulacak gibi hissettiğim için ilk başta dönmek istemedim. "Oh ya iyi geldi" deyince merak ettim ve dönmek zorunda kaldım. Saçını kuruluyordu, neden bahsettiğini anlamadım. Yanına gidince, "Hangi şarkıyı söyleyelim?" dedi. Aklıma Burhan Çaçan'ın 'Liseli' parçası geldi, kendimi frenledim ve "Ne iyi geldi?" diye sordum. "Evde de rakı vardı ama, herkes sızdı, bende tek başıma içecek halde değildim, havuza düşmek iyi geldi" dedi. Evet yaptım, hemen havuza atladım. Bir kadını güldürmeyi sırf kişisel mevzularımdan değil, çok kutsal bulduğumdan da seviyorum galiba. Ya da Selma şu an hangi fantezinin içinde diye düşünmek beni delirttiği için bunu yaptım. En nihayetinde Başak güldü. Onu da sevgilisi terk etmiş, kendini kötü hissettiğini gören arkadaşları yalnız kalmasına izin vermemişler ve bu geziye onu da dahil etmişler, yalnız arkadaşları sevişmeye başlayınca yine yalnız kalmış. "Benim de eski sevgilim, şimdi şu ışık yanan odada sevişiyor, o yüzden seni çok iyi anlıyorum" dedim. Başak, hiç beklemediğim bir anda beni öptü. Ne kadar içkimiz kaldıysa içtik ve annemin sesimizi duymayacağı kurguda seviştik. Sabah 11'de telefonuma bir not bıraktığımı hatırlamıyordum ama, alarm ötmeye başladı, uyandım ve notu okudum: "Aşkın telafisi olmaz, dün gece çok sarhoştum ve sana her şey için teşekkür ederim ama hala aynı adamı seviyorum" yazıyordu. Elime kahve bardağımı alıp sitenin içinde dolanmaya başladım. Selma da gitmişti. O sırada aklıma geldi: 'Ben en iyisi balkonları boyayayım'.

23 Haziran 2015 Salı

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (5.BÖLÜM)

SENİNLEYKEN, ÇOK YANLIZIM: SEMRA

Genelde, ilişki kurmakta zorlanan asosyal bir insanımdır. Bir organizasyon çevresinde yapılacak ve o organizasyonun çeşitli bölge temsilcilerinin katılacağı toplantı, seminer, eğlence gibi etkinliklerde; hemen en sosyal görünen insanı seçer ve yanına yanaşırım bu yüzden. O insanlarla tanıştıkça, ben de tanışır; o oynadıkça, ben de oynarım. Fakat hem yaz hem gece hem hava otuzsekiz derece ve ben şortluyum diye, akşam yemeğinde patronun çalışanlarına sarkmaya çalışan kayınçosu gibiydim. Herkes, erkekler dahil, bana bir küçük gülücük atıyor, sonra kendi eğlencesine dönüyordu. Ben de, patronun kulağına eğildim ve dedim ki: "Enişte, ablam duymasın, senin ki şirket değil, cast ajansı ha. Çakal seniii!" Tek başına da bir yere kadar içiliyor, zaten bu andan sonra hiç yalnız kalmadım. Patron katıla katıla güldü bu söylediklerimi duyduktan sonra. Oğlu, babasına; anası oğluna bakıp güldü. Ben de az önce bana yüz vermeyenlere küçük bir sırıtış attım. "Ohh ya başlarım elbisesine" deyip, önce ceketini sonra kravatını çıkardı patron. "Halay yok mu halay?" dedi. Anında üç ileri üç geri vites yapmaya başladım. En popüler bendim artık. Bir yanımda patron, bir yanımda kayınço vardı. Araya diğer çalışanlar girdi; kayınço halay sonu oldu. Hepsi bana daha yakın olmak istiyordu. Tamam bir kral vardı ama kralın sol taşşağı olmak bile çok prim yapıyordu. Asosyal bir insan, bir oyunda en iyi olabilirdi, her şeyi en çok bilebilirdi, düzenli ve düzensiz olarak çok fazla otuzbir çekebilirdi ve bunların hepsi normaldi. Asosyal bir insan eğer halay başı olduysa; işte bu çok büyük bir tehlikeydi, özellikle patron halaydan çıktıktan sonra: önce çocuk havuzuna sürüklediğim kitleyi, ardından turistlerin takıldığı diskoya soktum. Madonna çalıyordu ve biz hala üç ileri iki geri, iki ileri üç geri, kafamıza göre takılıyorduk. Ama mazotum bitmek üzereydi ve bir turistin elinden birasını kaptım. Artık lider ben olduğuma göre, iş arkadaşlarım da beni örnek almalıydı ve aynısını yaptılar. Fakat kayınço birasını vermek istemeyen bir Alman'a kafa atınca işler çığrından çıktı. Kayınço artık bu hareketin vurucu gücüydü, kadınlar ve çocuklar masum, bense barın üstüne çıkmış olan bitene bakıyordum. Tüm komutanların yaptığı gibi. Bacağımdan beni sarsan bir sol el, sağ tekinde iki bira tutuyordu ve bana "Sahile gidelim mi?" dedi. Ben zaten sahil çocuğuyum, bu yüzden içine kapanık bir sümsüğüm, şiir filan yazıyorum, arada rakı içip ağlıyorum, hayat beni zorunda bırakmasa, ne çalışırım ne çabalarım, işe girerken askerliğimi yaptım, ingilizce biliyorum dedim ama hiçbir 'sir'e 'yes' demişliğim yoktur, annemle birlikte yaşıyorum, hafta sonları babam ve yeni eşine gidiyorum, yaşım otuz olsa da içimde bir çocuk var, onlardan kopamıyorum, her şey o kadar belirsiz ki benim için ne yaşadığımı ben de bilmiyorum, ne yaşamak istediğimi de, gibi cümleler kurup  "off senin de kafanı siktim" dedikten sonra "oha ya, kusura bakma, gerçekten çok özür dilerim" dedim Semra'ya. Rakının üstüne bira beni hep böyle yapıyor, duygusallaşıyorum. Semra'yı da dudakta Angeline, kalçada Kardashian, yatakta Sharon Stone yapıyormuş. Ertesi sabah yine aptal bir sarışına dönüşeceği gerçeğini unuttum ve sabah baş ağrasından, mide bulantısından daha kötü, beni kanser edecek o cümleyle uyandım: "Enişten, senden hiç bahsetmemişti" Bir yerde duran şortuma, bir Semra'ya baktım. İlk defa resmi giyinmediğime pişman olmuştum. Ulan eniştem benden niye bahsetsin. Hadi bahsetti diyelim, hangi enişte kayınçocuna güzellemeler düzer, ki ben kayınço bile değilim. Ben, siz öğle yemeğinde kendi tabirimle 'oraya, buraya domalırken' yemekhanede aklından 'oh yine öğle yemeğini beleşe getirdim, akşam iki bira alır menejerlik oyunu oynarım' diye geçiren kişiyim. Ve üstelik artık sen bir Safiye Ayla bile değilsin. Olman da gerekmez. Çünkü benim bağlı olduğum bölgenin, 'kadında üç kilo taşşak var' denen yöneticisisin, beni her türlü sikersin. Nadir de olsa 'iyi" diye hatırladığım zamanlar, bunu yaptı zaten Semra. Üstüm olarak, üstüme çıktı, gitti geldi. Üstüme geldi Semra, sesimi çıkaramadım. Belki bu ilişki bana yardımcı olur, Semra enişteye bir rapor! da benim için verir ve hep hayalini kurduğum küçük bir tekneyi, ikinci el arabayı, oyunun yeni versiyonunu hiç olmadı iki birayı almama yardımcı olurdu. Ben elimden geleni yaptım: Yalın, Kıraç, Volkan Konak konserlerine, arkadaşlarla film izlemeye, yogaya ve en önemlisi alış-verişe gittim. Semra bunların hepsinden sıkıldığımın farkındaydı veya değildi. Ama onu ilk defa gerçek bir aşkla öptüğümü sandığı an, uzun bir hikayenin başlangıcı, Derya'nın kocasının beni ilk defa, benimse Derya'yı son defa görüşümdü.

12 Haziran 2015 Cuma

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (4.BÖLÜM)

SANAT FAKÜLTESİ MEZUNU MÜZEYYEN

Aklıma tüküreyim. Daha doğrusu şansıma ya da her ikisine birden. Bu bela başıma alkole olan zaafım yüzünden geldi. Hayatımda, alkolden tiksindiğim çok az an vardır ve o anlarda kendime 'Bi daha bu kadar çok içmiycem' derim ve biter. Çünkü yine içerim. Ama bu bitmeyen, bitmeyecek, tükenecek ve tükenirken tüketecek bir mevzuydu ve her zaman müşteri dediğimiz, tüketici haklıydı. Sergi açılışı görünce, götün götün içeriye girdim. İşim yoksa, boş zamanlarımda sergi gezmem ama şarap içerim. Şarap içmek benim için; Edip Cansever'dir, Cemal Süreya'dır. Zaten diğer sanatlardan pek anlamam. Fakat ikinci kadehten sonra, güzel bir kadın görürsem ya da memeleri güzel bir kadın görürsem, ki bacaklara da şiir yazılabilir bence, bel de çok önemli, hiç olmadı bir kadın görürsem, ben de şair olurum veya sanat eleştirmeni. Müzeyyen'in yaptığı tablonun yanında kalçaları duruyordu. Müzeyyen, kendisini tebrik eden amcalara, teyzelere, belediye başkanına, halasının oğluna; kalçalarıysa bana teşekkür ediyordu. "En iyi çalışmanız bu Müzeyyen Hanım" diye lafa girdim. Bana doğru döndü, hiç tanımadığı bir adam kendi tablosuyla ilgileniyor, üstelik onu takip ediyordu. "Teşekkür ederim" dedi. Hiç ondan tarafa bakmadım, tabloya odaklanmış gibi yaptım. Müzeyyen kendisini tutamadı ve "Bunu diğerlerinden değerli bulmanızın nedeni nedir?" diye sordu bana. 'Valla bu yoklukta, bahtımıza ne çıkarsa' diyemedim. "Bazı tabloların güzelliğini görmek için bütüne bakılmalı, bazılarındaysa detaylar çok önemlidir. Ne bileyim insanı kendine çeker, içinde bir heves uyandırır. Anlatabildim mi?" dedim, kalçalarına. Anlamıştı Müzeyyen. Beni, akşam arkadaşlarıyla içecekleri mekana davet etti. Müzeyyen'in arkadaşları, üçü kemik çerçeveli gözlük takan, dördünün vücudunun görünebilir yerlerinde dövme olan, ikisi nihilist, biri budist, toplamda bir kaç sevemeyeceğim insandan oluşuyordu. "Ne oldu canım, sıkıldın mı?" diye sordu Müzeyyen. Kulağına eğildim ve "Aslında çok söylemek istediğim bir şey var ama utanıyorum." dedim. Tabi ki bana 'canım' dedikten sonra ne olduğunu bilecek ve bana yardımcı olmak için elinden geleni yapacaktı. "Çok güzel olmuş" deyip teşekkür ettim. Müzeyyen'in yatağından seyrettiğimiz ve sadece bir penis şeklinden oluşan ama aslında benim nü portrem olacak tabloya. Erken uyanması, evden çıkış süremi uzatmıştı, yine de işe gitmem gerekiyordu. Her ne kadar iş yerinde benden başka kimse olmadığını söylesem de duş alıp çıkmam konusunda ısrarcı olunca karşı koyamadım, ihtiyacım da vardı. Hayatımda ilk defa bir kadın sırtımı keseliyordu ve burada anlatamayacağım bir takım güzellikler... Kardeşlerim, "göt" dediğin nedir ki, bok üretir bok! Elimde bi otuzbeşlik rakı, bok yoluna gidiyordum ben de. Adresi kolay akılda kalan kadınlara da zaafım var. İçeri girdiğimde, kendi portremin üzerinin örtüldüğünü gördüm. Müzeyyin'in karşısındaki model, tam bir orospu çocuğuydu ve çıplaktı. "Yanlış zamanda geldim galiba" dedim. Aslında ben yaratıcıya yakarıyordum ama Müzeyyen üstüne alındı. "Hayır canım, saçmalama. Sen geç takıl kafana göre, birazdan benim de işim biter sana eşlik ederim" dedi. Ulan arkadaş, ben bardağa rakı koyuyorum, tam ağzıma götürücem, herif kaldırıp bana koyuyor. Tuale bakıyorum, 'rakı mı sahte lan' diyorum kendi kendime, Müzeyyen bildiğin adamın nü portresini yapıyor ve boyu benden uzun. Arada kadehlerinden birer yudum alıyorlar, yine devam. Ben bardağı kaldırıp indiriyorum, piç kurusunun orası burası kalkıp iniyor, Müzeyyen de bi kalça var, zaten başa bela. Lavuk, bana "Kusura bakmıyosunuz di mi, bazen şey oluyorum da" demesin mi bir de, bir de Müzeyyen "Yok, erkek arkadaşım bunları sorun etmez" demez mi? Ulan kalkıp gidicem, gidemiyorum, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Müzeyyen durumu anladı ve "Biraz ara verelim mi?" dedi. Müzeyyen tuale uzun uzun bakarken; lavuk, portresini bir örtüyle kapatıp yanıma geldi. Bu arada, ben bilmem ne diye elini bana doğru uzatıyordu ki, "Alkole ve adresi kolay bulunan kadınlara zaafım var. Şimdi siktir git lan burdan!" diye bağırdım. Üstünü bile giyemeden, beline sardığı örtüyle kaçtı gitti. Müzeyyen, beni donumu kadar soyduktan sonra yatağa yatırdı ve tarifleyemeyeceğim kadar güzel bir masajla bütün sinirimi aldı. Sabah çıkarken, "Akşama ne yapmamı istersin?" diye sordu. "Kalçalarından başka bir şey istemiyorum" diye cevapladım. Müzeyyen'in yedek anahtarıyla kapıyı açtım ve eve girdim. Salon, mutfak ve yatak odası aynı yerdeydi ve ortalıkta kimse yoktu. "Müzeyyen" diye seslendim. "Banyodayım, birazdan çıkarım. Sen ken keyfine bak" diye cevap verdi. Kendime bir duble rakı koyup, Müzeyyen'in çalışmalarını incelemeye başladım. Artık şiir dışında da bir sanat dalında kendimi geliştirmem gerekiyordu. Fakat boy boy penis portreleri beni benden almıyordu. Önce banyodan çıkan yarım kalmış portreyi, sonra Müzeyyen'i, sonra orospu çocuğunu gördüm. 'Bugün, özgür bırakılan zihinsel çağrışımla...' diye başlayan cümlenin gerisini dinlemeden evden çıktım. Müzeyyen'in oturduğu semtte, sokakta bira içmek abes karşılanmıyordu ve üç bira içtikten sonra fark ettim ki anahtarımı almayı unutmuştum. Bakkaldan altı bira daha alıp, geri döndüm. Kapıyı daha önce hiç tanımadığım bir hıyar açtı. İlk defa bir lavuğun sevgilisi olan bir hıyar görüyordum ve Müzeyyen evde yoktu. Sanırım üçüncü biradan sonra ikisini de evden kovdum, sonra kalan biraları içip sızmışım. Sabah Müzeyyen kahvaltıyı hazırladıktan sonra beni uyandırdı. Bana kahve hazırlamıştı, kendisi şarap içiyordu. Tek bir şey söyleyebildim: "Bi daha bu kadar çok içmiycem".

28 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Erkeğe Vurulan Yüz Aşk Darbesi (3. Bölüm)

DERYA'NIN AVUKATI DENİZ

Çok içtiğim akşamlar prensip olarak eski sevgililerimden evlenmiş olanlara ulaşmaya çalışmam. 30 Nisan gecesi, semtin bir avuç solcusu olarak, yine "Yarın ne yapıyoruz" sorusunu sormak üzere, kahvenin arka tarafında yani bi nevi gizli karargahta buluştuk. Tuvalete gitmek için ön taraftan geçmemiz gerekiyordu ve kağıt oynamaya dalmış halkımızın içinden bir karşı devrimci çıkar da bize "İşçi sınıfının mücadelesi prostat mı yapıyo lan, zırt pırt tuvalete gidiyonuz!" der korkusuyla,  oyunlar bitip millet dağılana kadar hiç birimiz işeyemedik. Neyse ki harbi çocuklardık ve hiçbirimiz bira içmezdi. Vurduk rakının dibine, otobüsün yarın aynı yerden, aynı saatte kalkacağını tekrar öğrenmiş olduk. 1 Mayıs sabahı değişmez bir rutinimiz vardı. Otobüsün varabildiği son noktaya kadar, semtin solcu abi-ablaları, geldiyse amca-teyzeleri ve çocuklar ön koltuklarda otururdu. Çünkü arka taraf, leş gibi alkol kokan ve otobüse kendine zor atıp hemen bir koltuğa yayılmış, ağzından salyalar akan arkadaşlardan ve benden oluşurdu. Yine o lanet biber gazının etkisiyle hafiften böğürerek ve öksürerek kendime geldim. "Siz inmeyin, siz inmeyin" diye arkadaşlardan birisi, zaten bu tarz durumlarda "Ay ne yapsak, dönsekmi" tepkisinin yükseldiği ön tarafa seslendi. "Kaptan, orta kapıyı aç" dedi öbürü. "Kaptan, varsa bi otuzbeşlik aç, yoksa ben indikten sonra kapıyı kapat" gibi havalı bir laf edip otobüsten indim ki, gelenek olduğu üzere içimizden birisi, gece o kadar içtikten sonra, aç karnına gazı yiyince, kusmaya başladı. Ve bu anı gören yoldaşlarının, bir gözünde orak, diğerinde çekiç belirdi. Yaralı arkadaşlarını tekrar otobüse bindirdiler, ve "Orospu çocukları" diyerek hücum ettiler. İçlerinden, memur çocuğu olduğu belli olan bir tanesi: "Benim babam emekli polis ulan, şerefsizler" diye bağırdı. Diğerleri ona güldüler. Bir başkası yine kusacak gibi oldu, ama düşmana moral verir endişesiyle kendini tuttu. Ve o esnada kahramanımız, atılan yoğun gazdan kaçan insanların oluşturduğu arbedede yere düşen bir kişiyi, kolundan tutup kaldırdı. Görece sakin, bir noktaya vardıklarında, bir apartmanın merdivenlerine oturtup, elindeki suyla yüzünü yıkadı. "Yüzü, nasıl desem, böyle abi burda her taraf bina ya, bunalıyoz. İki ağaç görünce insanın içine bi ferahlık geliyo. Sonra ormana gidiyoz, o kadar ağacın arasında bi çiçek görüyoz. Bu sefer o çiçek bize bi mutluluk veriyo. Yani insan o nadide olanı arıyo, öbürlerine benzemeyeni. O çiçeği alıp, evine götürmek istiyo. Bu boktan, betondan dünyada, görünce hem içine huzur veren, hem de görünce mutlu olacağın bir çiçek gibiydi yüzü" dedim, arkadaşlardan birisi hemen sordu "Eee, naptın?" Kendime yakışanı yaptım tabi ki, sabah ki gazla, bana kalırsa ülkede sosyalizmin koşulları olgunlaşmıştı ve "İyi misin yoldaş?" diye sordum. Arkadaşlar güldü. Sonra tekrar gaz atıldı, dağıldık ve gece üstüne bir de arkadaşların maskarası olunca ben Derya'ya mesaj attım: "Bu halk, bu ihaneti unutmayacak!" Sanıyormuş ki, yanlış kişiye mesaj atmışım. Ulan ben bankada sıra beklerken aldığım numarayı unuturum, eski sevgililerimin numarasını unutmam, gerekirse arar, oy isterim. "Senin filmini yapıcam lan, cümle alem görsün" Şimdi de, "beyfendi" olduk. Bu evli bir kadının telefonuymuş, sonu ünlemli. "Nolcak, bana da muta nikahı kıyar, sevaba girersin. OLMAZ MI?" yazdım. "KİMSİN LAN SEN???" diye cevap geldi. Başka cevap yazmadım, gönül rahatlığıyla yatağıma uzanıp, uyudum. Sabah uyandığımda, telefonum da iki cevapsız arama vardı. Her zaman ki gibi umursamayarak, önce kahvemi yapmak için ısıtıcıya su koydum, sonra  kendime bir sigara sardım. Suyu doldururken telefonum bir daha çaldı, ilgilenmedim. Kahvemi, sigaramı ve telefonumu alıp balkona çıktım. Aynı numara üçüncü kez aramıştı. Kahvemden bir yudum alıp, sigaramı yaktıktan sonra, geri döndüm: "Hep aynı numarayı yapıyosunuz" Kısa bir sessizlikten sonra, karşıdan ne demek istediğimi, haklı olarak anlamayan ve kibar bir kadın sesi geldi: "Pardon!?" Müşteri hizmetleri çalışanlarına acıyorum ama şirketlerden nefret ediyorum. "Bakın hafendi, herhangi bir 'ihlas' ürünü ya da tatil paketi veya 'çok uygun bir kredi' almak istemiyorum, anlatacaklarınız sonunda da hiçbir şeye ikna olmam ama dinlemem size bir fayda sağlayacaksa, sonuna kadar dinleyebilirim" dedim. "Hayır yanlış anladınız, ben bir firma adına aramıyorum Erdal Bey" dedi kadın. Gerçekten şaşırmıştım: "Nasıl olur, bugüne kadar bana herhangi bir tüzel kişilik dışında 'bey' diyen olmamıştı" diye cevap verdim. Kadın bir an için güldü, fakat kendini hemen toparladı. Çünkü beni ciddi bir mesele için arıyordu. Derya'nın o sümsük kocası, 'Nerdesin lan? Adresini ver it!' yazmak yerine, beni bir avukata vermişti. Mevzuyu anlayınca keskin zekam devreye girdi ve "İyi de, kanıtınız var mı?" diye sordum, ağzımı yayarak. "Halk ihanetleri unutmaz" dedi, avukat hanım. Ve beklenen açıklama geldi: "Bakın avukat hanım, tüm samimiyetimle söylüyorum, prensip olarak evli olduğunu bildiğim eski sevgililerimi rahatsız etmem" Hem hoşuna gitmiş, hem de sormadan edememişti: "Evli değilse?" Ben bazen, çok tatlı bir çocuk olurum: "Ne bileyim, en azından kocası benden şikayetçi olmaz" Bu sefer güldüğünü anlamamam için telefonu ağzından uzaklaştırdı ve sonra bana duşa girip, evden çıkıp, minibüsten indikten sonra bürosunun kapısını çalana kadar, iyi bir gerekçe bulmam için yeterli olacağını düşündüğüm süreyi verdi. Ve ben, 'eski sevgili hakkı' başta olmak üzere, bir sürü saçmalığı aklımdan geçirirken elim zile dokundu. Avukat Hanım'ın şu an bir görüşmesi vardı ve sekreterine normal şartlar altında 'iki torba çimento' yazdırabilmek için, açık söylüyorum, çocuğum bırakın yüzüme tükürmeyi, suratıma sıçabilirdi. Fakat ben, sistemin bize kurduğu tuzaklara hazırlıklı bir bireydim ve lavobonun yolunu tuttum. Döndüğümde, avukat hanım müsait, sekreter hala aşırı seksi, bense biraz rahatlamıştım. Odaya, kapıyı çalmadan girdim. Avukat hanımla göz göze geldik. Hemen kapıyı kapattım ve çaldıktan sonra içerden gelecek cevabı bekledim. "E hadi girin bari" dedi Deniz. Hayatımın en ürkek kapı açışıdır. Sıradan bir devlet memuru işini yapsın diye, bir yandan titreyen, bir yandan da gülümseyerek heyecanını gizlemeye çalışan bir köylü gibiydim. Buyur ettiği yere oturduktan sonra, ilk defa kafasını kaldırıp bana daha detaylı baktı Deniz. "Erdal Bey, siz dün 1 Mayıs'a katıldınız mı?" diye sordu. "Ben dün, çok güzel bir çiçek gördüm. Tam adını soracaktım ki, duvar yıkılırsa altında kalmaktan korkanlar saldırdı. Biz de mecburen gittik, taş yığınının arasındaki bir ağacı kurtuluş sandık. Üzerine beton da diksen, topraktan bir çiçeğin tüm engellere rağmen çıkacağını unuttuk. Ben kadere inanmam. Zaten Derya, beni bu gibi inanmayışlarım yüzünden terk etti. Şimdi sizden tek bir ricam olabilir, mümkünse tüm dünyaya yayılın ve bu güzelliğin yerine beton dikip, insanı iki ağaç dalına muhtaç edenlerden, bizi kurtarın, en azından bana bir borcunuz var. Bir kere de siz beni kurtarın" diye cevapladım. Sonra, Derya'nın sümsük kocasını ikna etti avukatları Deniz Hanım. Benimle sevgili oldu. Prensip olarak evlenmem diyordum. Evlendim ve Deniz boşanma davamızda, Semra'nın avukatlığını yapıyordu.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Erkeğe Vurulan Yüz Aşk Darbesi (2.Bölüm)

DERYA

Kimilerinin egosu çok büyüktür, ele avuca sığmaz. Bildiğin zenci şeyi gibidir. Benim egomsa küçüktü. Neyse ki Derya, mutasıp bir ailenin kızıydı ve bunu sorun etmedi. Ta ki "Babam, Allah'ın izniyle siz de evlenin" dedikten sonra benim, "İzin verir mi ki?" cevabımı duyana kadar. "Vallaha Allah'a demedim, baban izin verir mi?" diye sorsam da kaçınılmaz son giderek yaklaşıyor, Derya her gün benden biraz daha uzaklaşıyordu. Ona göre ben artık, "Bencil, egoist, sadece kendisini düşünen, başkalarının değer yargılarına hiç önem vermeyen, bir de üstüne kendisine demokrat diyen.." Derya'nın lafını sadece ona sevgi sözleri söyleyeceğim zaman yarıda keserdim. Bir keresinde "Dünya güzel ama" diye lafa girmişti. Yine Çepraz'dan bahsedecek sanmıştım. Altı ay önce Çipras dedikleri adama, bugün nasıl Çepraz dediklerini hala anlayamam. Konu uzamasın diye "Sen daha güzelsin" demiş ve lafını yarıda kesmiştim. İşe yaramıştı. Derya "Allah şahidimdir ki, seni seviyorum" demişti. Kendimi tutmuş, "En az iki şahit olmadan bu nikah kıyılamaz. Arabistan değil kızım burası. Öyle olsaydı benim de, dört tarafım derya deniz olurdu" dememiştim. Benim bunları demediğimi duyunca, beni ilk kez yanağımdan öpmüştü Derya. Eğer iyi bir strateji belirlersem konuyu değiştirebiliyordum.  Lanet olası stratejik yanılgı ya da bilmiyorum biraz da algıda seçicilik. Tüm söylenenleri bir kenara bırakmış ve sormuştum: "Egoist derken, neyi kastediyosun?" Lafını, bugüne kadar ilk defa ona güzel bir söz söylememek için kesmem Derya'yı biraz şaşırtmış, biraz üzmüş, ama en çok sinirlendirmişti:  "Sadece kendini düşünüyorsun" dedi. Doğrusu, ben de kendime hakaret edildiğini düşündüğüm için sinirliydim ve Derya'nın bu cevabını o an hiç dinlemedim, biraz da kabalaştım sanırım: "Lan ne gördün de, ne konuşuyon!" dedim. Soğukkanlılığını kaybetmiş bir erkek, ya kaybeder ya da kaybeder. "Ne diyosun sen be!" dedi Derya. Elim ayağıma dolandı. Lafını unutup, izleyiciye çaktırmadan, ya sahne arkadaşlarım ya da reji duruma el atsada beni kurtarsa, diye bekleyen oyuncunun o, kısa ama saatler süren tedirginliğini yaşadım. Reji yardım etti. Aklımı sikiyim: "Dinimize göre biz evlenemeyiz" İlaç olsa bilerek kendi içkime atar, oracıkta bayılır kalırdım. "Ya ne dini, ne dediğinin farkında mısın, bi kere namaz kılmışlığın mı var, ne zaman kahvaltıda buluşsak leş gibi rakı kokuyorsun, bi gün oruç tutmuşluğun mu var, ben seni tüm bunlara rağmen sevdim. Babama bi kere olsun 'inanmıyor' demedim" Dedi Derya. "Ya ben o dinden  mi bahsediyorum. Ben dinimiz islamdan bahsediyorum" Derya ne olur soru sorma, bana öyle bakma, bildiğim tek şey, peygamberinizin "yanınıza 'bilmem ne' ağacı alarak savaşa giderseniz, sağ salim evinize dönersiniz" hadisi, onu da çok saçma olduğu için anlatıyorum. Bak korkudan ağacın adını da unuttum. Sordu Derya: "Niye evlenemiyomuşuz, dinimize göre?" İyi poker oyuncuları rest çeker, kötü poker oyuncularıysa reste restle karşılık verir. "Çünkü ben kafirim" Derya, ne diyeceğini şaşırdı, samimi görünüyordum. Buna eminim. Rol yapmadığımı ve onunla evlenmek için bir engel çıkarmadığımı, aksine bu engeli nasıl aşacağımızı düşündü Derya: "İyi ya daha çok sevaba girerim" dedi. Hazır ortam yumuşamışken bir şaka patlatayım dedim: "Gusül abdesti almam ama" Derya'nın kafasında bin soru işareti vardı, binbir oldu. "Tövbe yarabbim, tövbe" Derya karşıma ilk defa güzel bir kadın olmaktan çıkıyor, yolda elele gülüşen çiftleri gören bir imamın kendi kendine yakınmalarını başkalarının da duymasını istediğini zaman ki gibi konuşuyordu: "Allah'ım sen bizi affet" O sırada üst taraftaki egom sustu ve alt taraftaki egom devreye girdi: "Yahu cima yapıcaz diyorum, zina değil. Bunun nesine kızıyosun" dedim. "Babam, izin vermez" dedi ve gitti Derya. Yıllar sonra, Üsküdar'da bir alışveriş merkezinde Semra'yla dolanırken gördüm Derya'yı. Kocası yakışıklı bir adamdı, bir de çocuğu vardı. Kocası çocuğuyla, Semra vitrinle ilgilenirken göz göze geldik. Benim gözlerimde kocaman, o'nun dudağının kenarında küçük bir gülümseme belirdi. Ben elimi sallamak için havaya kaldıracaktım ki, o bunu anladı ve kendi elini kaldırıp parmağındaki yüzüğü gösterdi. Ben de hareketimi kesmedim ve elimi sallamaktan vazgeçip parmağımda bir yüzük olmadığını ona gösterdim. Kendini tutamadı ve kahkaha attı. Kocası bu ani kahkaha karşısında önce Derya'ya, sonra Derya'nın baktığı tarafa yani bana baktı. Göz göze gelecek gibi olduğumuz anda hızla Semra'nın dudaklarına yapıştım. Semra ne olduğunu anlamadı ama mutlu oldu. Derya ne yaptı bilmiyorum. Çünkü bir daha göt korkusundan o tarafa bakamadım.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Aslında Selma Beni Çok Sevmişti.

Bunu söylemekten çok hoşlanmıyorum ama Selma, bana, bildiğin aşık olmuştu. Normalde, benim kendi arkadaşlarıma 'Kızı nasıl tavladım' diye böbürlenerek anlatacağım hikayeyi Selma, yine benim arkadaşlarıma şöyle anlatırdı: "Biz şimdi bununla, aynı sitede oturuyoruz. Ben hep uzaktan görüyorum bunu, genelde kendi kafasına göre takılıyo filan. İşte çarşıya gidecekse, evlerinin önünden geçerken insanlara 'Bir şey lazım mı?' filan diye soruyo ama nerde içki içiliyosa bu orda. Babamla bile içiyo. Bi gece telefonumda yüklü bi program var, baktım ordan bi like geldi..." Arkadaşımın birisi bu kısımda hemen devreye girer ve sorar mutlaka: "Bi baktın Brad Pitt", adımı söylemezler bilerek, çünkü karşısında alacakları "Ahh nerdeee!" cevabı onlar için benimle taşşak geçmenin en güzel yoludur. Selma da, o yolun yolcusudur, tam olarak beklendiği gibi devam eder: "Ahh nerdeee! bi baktım bu. Dur dedim, bakayım ben de o'nu like edersem bi şey yazacak mı? Yazdı. Ne yazdı peki?". Yine Selma'nın lafı yarıda kesilir, "Memelerden bahsetmeyi sevmem ama çok güzel göğüslerin var" diye tahmin yürütür bir arkadaşım, bir öbürü, "Bugüne kadar haftada sadece iki saatimi benim için özel olan bir şeye, Trabzonspor maçlarına ayırdım. Bundan sonra senden sadece haftada iki saat uzak kalayım, geri kalan her anım özel olsun" diye devam ettirir. Selma, tam "Yok yok, az dinleyin" deyip lafa girecektir, bir başkası sözünü keser: "Yılda bir altılı oynarım, ilk ayakta yatarım, senle yatmam". Derin bir sessizlikten sonra hepimiz güleriz. Evet, bu ve diğerleri tam olarak benim verebileceğim cevaplardır. Ama, o gün öyle yapmadım. Ben de Selma'dan hoşlanmıştım. Bana da sorarsan, bahçesinde dolaşan bir yavru kediydi, öyle uyuşuk, öyle tatlı, öyle güzeldi ki, yanına gidip, selfie çektiresin gelirdi; bir de Adnan Hoca'nın kediciklerinden çok çok daha içtendi. Bir doğallığı vardı, yani bir insan olamamışlığı, içinde çok ilkel zamanlardan kalma bir kadın vardı, bir kadın olamamışlığı vardı Selma'nın. Babası aynı masalarda denk geldiğimiz zamanlarda o'ndan bahsederdi: "Beni kızım var mesela, kimileri erkek çocuk der durur. Niye?" İçimden 'Yarrak sevdası" diye geçirirdim. Sonra babası devam ederdi: "Selma, erkek gibi kız". Selma 'Kadın gibi kadın ulan' derdim içimden. O gün de, Selma'ya karşı olan bu hislerimi tam olarak tercüme edeceğini düşündüğüm için "Kadın gibi kadınları çok seviyorum" yazdım. Bu güldü tabii, güldüğüne adım gibi eminim, öyle 'bak ya, tam aptal' gibisinden değil, bildiğin hoşuna giderek güldü. Anlatmaya devam etti, Selma: "'Sen, tam bi serserisin' yazdım, bende buna. Yani söylediklerine verilecek en makul cevapta, buydu bence." Arkadaşlarım devamının kendi hayal güçlerininin bile sınırlarını zorlayacağını bildikleri için, "Ne yazdı sonra?" diye sordular. Selma, şöyle devam etti: "Ben bir tam, bir de öğrenci serseriyim" Hep birlikte güldük. Selma da cevabımı okuduğunda güldü, adım gibi eminim. Güldü ve bana şu cevabı yazdı: "Pekiii, seni diğerlerinden ayıran ne?" Cevabım hazırdı: "Ufuk çizgisi", Selma da hazır cevap olduğumu anlamış olmalı ki, önce şöyle bir mesaj: ":)", sonra da kendisinin bu cevaba hazır olmadığını belirten böyle bir mesaj gönderdi: "???" Sonra babası araya girdi, "Oğlum, sen bu bardakları mutfağa koy." dedi uzun bir es verdi, "Yarın filan hallederiz" diye geçiştirme çabalarına girdi. 'Sabah, bugünün işini yarına bırakma diyodun bana, şimdi gencim diye işi bana kitliyon, arada kızın olmasa senle çay bile içmem lan' diye geçirdim içimden. Bulaşığı yıkamaya başladım, arada aklıma geldi, aradığım cevap, buna yazdım: "Diğerlerinde gördüğün kadarı var. Ben de, çok değil ama azcık fazlası" Arkadaşım araya girdi, "İyi de oğlum, kadınların istediği şeyden bahsetmemişsin" dedi. Haklıydı, bahsetmemiştim ve dersimi almıştım. Selma'nın göğüsleri gerçekten çok güzeldi ve beni bırak, bundan bahseden arkadaşımla, sonra bacaklarının çok güzel olduğundan bahseden bir kadınla birlikte olmuştu. Yine de Selma, aslında beni çok sevmişti. Bunu, kafadan uydurmuyorum. Bir keresinde "Ayakların çok güzel" diyen sevgilisine devamında ne söyleyecek acaba diye uzun uzun bakmış, sevgilisi "Yanlış bi şey mi söyledim?" diye sorunca; aklına ben gelmişim ve 'Senin her ayağını tek geçerim' diyeceğimi bilerek gülümsedikten sonra sevgilisine şunu demiş: "Geç bu ayakları" ve ondan ayrılmış, ya da en azından ben böyle umuyorum, babasına, 'senin kız bu aralar boşta mı?' diye soracak halim yok ya!!

12 Mart 2015 Perşembe

"TarikAt 'Başlangıç'"

     Doğrusu otuz yaşıma geldiğimde, geleceğime dair kurduğum tüm hayaller, bugün yaşadıklarımdan çok farklıydı, geçmişte yaşananlar ve gelecekte yaşanacaklardan da. Bira içebiliyorsa mutlu olan bir adamken, arpanın orijinal haliyle karşılaştığımda bu kadar mutsuz olabileceğimi ve insanlık tarihinin ilk baş kaldırısını bir at olarak gerçekleştirebiliceğimi hiç düşünmemiştim. Üstelik son baş kaldırılardan birine şahit olacak bir coğrafyada İstanbul dolaylarında gerçekleştirmiştim bunu.

     Bakırköy'de orta sınıf bir ailenin tüm sevgisini verebilecekleri, verdikleri ve devamını getiremedikleri tek çocuğuydum ben. Eminim ki arkamdan çok ağlamışlardır. Yine de onların otuz yıl boyunca sevebilecekleri bir çocukları vardı. Şimdi düşünüyorum da, benim böyle bir şansım hiç olmadı, herkes ölürken bir şeyler eksik kalır, onlar için eksik kalan o kadar çok şeyi yaşadım ki, bugün hayranlıkla izledikleri filmlere bakıyorum ve kurulan tüm ütopyaların aslında insanlığın yakın veya uzak geçmişinde yaşadıkları olayların ve olguların ucuz birer kopyası olduğunu görüyorum. Ben öldüğümde eksik kalacak tek şeyse bir evlat olacak. Bakırköy'de ergenliğime geldiğimde babamın bana dediği gibi: "Bak oğlum buranın, başı kumarhane, ortası meyhane, sonu tımarhanedir. Aman bunlardan uzak dur" diyemeyeceğim bir evlat.

     Aslında tüm bu olacakların haberi bana on, on-bir yaşımdayken verilmişti fakat farkında değildim. O zamanlar ana-vatanımız yavrulayalı henüz yirmi-yirmi beş sene olmuştu ki, eğitimde kaliteyi devletin kurumları sağlamaktan uzak kaldığı için özel dershane açan ve anamızın ya da babamızın "Mesut çok zeki çocuk ama çalışmıyor" sözüne sonuna kadar destek verdikleri öğretmenlerimizin cepleri para görsün diye biz, haftanın beş günü hayatımızın sikildiği yetmiyormuş gibi kalan iki günde de ders almak zorunda kaldık. Tabi bu benim dengelerimi çok bozdu ve midemi de. Ağzımdan çıkanlardan nefret ettiğim kadar atılan gazlardan nefret etmemişimdir. Malum bir otuz yıl normal yaşadım, ondan sonrası çok uzun ve otuz yıldan çok daha eskisine dayanıyor. Dengem yine bozuk anlayacağınız. O güne dönersek, artık küçük bir çocuk olarak yaşadığım acı da diyemeyeceğim fakat baş etmekte zorlandığım böğürtüyle mücadelemde pes etmek üzereydim. Ve sadece şu çıktı ağzımdan: "Bugüne kadar sana inanmadığım için özür dilerim" Kandırdım enayiyi.

     Fakat Serhat'ın 'Gazi Koşusu'nu kazanma ısrarı ve bildiğimiz kadarıyla en az üç çocuğunun olması 2023'de tüm planlarımızı bozacaktı.


19 Ocak 2015 Pazartesi

DUYGU (yi)Timi

Müsade edilen alanlarda sigara içmekle başlayan bir süreçti. Sonra sistemin açıklarını yakalamaya ve kirayı ödeyenler uyuduktan sonra hava sahamı genişletmeye başladım. Paralel salonda sigara içtim ya da paralelin etkisi kalmadıktan sonra bir keyif sigarası yaktım. Aklıma hep son sevdiğim kadın geldi, ciğerlerim duman doluydu ve bazen nefes alırken ıslık çalıyorlardı. O kadar zor oluyor bir yenisini sevmek, sevemiyorum. Ki tüm organlarımı aşka bağışlamak gibi edebi bir zırvaya başka yerde okusam çok derin manalar yükleyebilecek bir insan olmama rağmen, kendimden kaçar, varsa bi biramı içerim.