ne olursan ol gel, ama çok uzun kalma

mevlevi tekkesi değil canım burası

15 Aralık 2010 Çarşamba

eski'ye

kıskanmak, boğucuydu aslında, senden önce hoşlandığımı bildiğin kadınların yanında olduğum zamanlarda, yanıma gelip "seni kıskanmalarını istiyorum demen" boğucuydu. belki böyle zamanlarda, seni sevdiğimi daha içten söylediğim için bunu yapıyordun ama ben boğuluyordum. çünkü sevmek, illa ki iyi niyet temennisinde bulunur gibi bir eylem değildi benim için. benim için sevmek bir duygu yoğunluğuydu, duygu? yani aşkı hisetmek filan bir eylemdi benim için. senin için daha bir görünürlüğü olan bir şeydi. ben gönül gözüyle görmeyi tercih ederdim oysa ki.

sonra sen başka erkeklere kur yapardın, kıskanırdım, boğucuydu, boğulurdum. ama sen beni hiç aldatmadın ya da ben çok aldandım.

seni aldattım, evet onunla da sevişmek güzeldi. boğuluyordum, çünkü her kavgamızdan sonra birkaç gün geçer sen beni arardın. beşbin gün filan geçti aramıyordun, boğuluyordum. "çaresizce bir sevişme mi, sana sarılıp uyumak mı?" sorusu sorulsaydı, "sarılıp uyumasak da olur, sadece onun nefes alıp verişini, yatağın yanında bekleyen bir refakatçi gibi dinlemeye razıyım" derdim. çünkü sen ölüyordun benim gözüm önünde, ben de boğuluyordum, gemi batıyordu. beşbin yıl gibi hissettiriyordu, başka bir kadına sarılıp uyurken gelmeyen sabah. göğsüme yatıp uyumuyor ve saçları ağzıma girmiyordu mesela, bu bir uyuyamamaydı mesela, ama göğsündeki ağırlıkla mutlu bir uyuyamama değildi. sabahında da öperek uyandırmalar beklemek saçmaydı zaten.

sen benden ayrılmadan birkaç ay önce, senden ayrıldıktan sonra ki mutsuzluğumun ne olacağını yaşattın bana. ama senden ayrıldıktan sonra hiç mutsuz olmadım.

şimdi sadece seninle olan mutluluğumu özlüyorum. çünkü özlenen şey mutluluktur, insanlar değil bunu biliyorum. sen geçmişimde ki bir insan değil mutluluksun ve gelecekte de mutlu olacağım zamanlar olacak.

kıskanmıyorum artık seni mesela, kendi mutsuzluğumda boğuluyorum sadece, "nereye kadar sürecek?" diyorum kendime, "birazdan geçer" oluyor cevabım, geçiyor da. "bizimkisi geçim sıkıntısı" diye espiri yapmaya da devam ediyorum. beşyüzbin yıl geçti ayrıldıktan sonra, şimdi sadece senin ve benim çok çok mutlu olmamızı istiyorum, hem de hiç kıskanmadan.

7 Ekim 2010 Perşembe

o kadın

sokağa çıkmayalı epey zaman olmuştu, yani zaruri haller dışında pek çıkmıyordu. ekmek almak gerekli değildi ama iki soğuk biraya da yalnız yaşayan hangi erkek hayır diyebilirdi ?

oysa bugün şöyle çıkar bir turlarım diye düşünmüştü, ilk birasını içerken hay sokucam yağmuruna diye düşünüyordu. tanrı onu bu söyleminden dolayı cezalandırmayı düşündü ama meleklerin yapma abi alkollü adamla uğraşılmaz görmüyor musun adam içmiş tenkidinden sonra bu düşünceden vazgeçti. sonuçta içeni de içmeyeni de onun kuluydu. ama benim de bir kalbim var eşimiz dostumuz ahbabımız var, her gün binlerce küfür yemekten bıktım ben diye düşünen tanrı, ulan ben de bi gün içicem asıl siz o zaman göreceksiniz küfrü diye mırıldandı.

birinci birası biterken yağmur durmak üzereydi. alkolünde verdiği etkiyle benimle uğraşılmaz lan dedi. camı açtı ve sanki meydan okurcasına yağmur sonrası oluşan toprak kokusunu içine çekti. kapıyı açıp dışarı çıkacaktı ki artık bir refleks olarak evin kapısını değil buzdolabının kapısını açtığını fark etti. ve o an çarpılmış ve kendinden geçmiş olarak adeta dillerin kapıştığı uzun bir öpüşme gibi bira kutusunu açmış ve yudumlamaya başlamıştı.

girdiği bir siteye şöyle rock jazz filan yap bakalım ortaya bi şeyler, beyfendi bugün keyfiniz yerinde ha, ne diyorsam onu yap lafı uzatma dedi. biranın çerezi müziktir, diğer tüm içkilerse müziğe çerezdir, acaba bu sağlıklı bir düşünce mi, bir düşüncenin sağlıklı olması için içeriğinde neler olmalı diye kendisinin cevap veremeyeceği düşüncelere daldı, sonra biraz uyku bastırdı, bu lanet birayı ne zaman içse sıçmak istiyordu, kabızlık biranın ikramıdır.

yalnız bir insan evde günler boyunca bira içerek nereye varabilirdi. varacağı tek yer tekel bayiiydi. hayır kır zincirlerini alkolik dedi, isyan etti bu duruma, varılacak hedef çok yol uzun ve yorucu olabilir ama asla pes etme. evinden 10 dakika uzaktaki bara koşar adımlarla gitti. yalnız adamlar bara oturur, tek başına ne işim var benim bu barda. ya da herhangi bir barda biz yalnızların işi ne, biz yalnızlar yeryüzünün lanetlenmiş ve en kalabalık ırkıyız. bana bir bira fıstık istemez müzik yeterli.

bir bira daha, ama biranız bitmedi, bana bak barmen piçi sen bu biranın pezevenkliğini yapmayı bırakmadıktan sonra onun yalnız olup olmadığını asla anlayamazsın bakışıyla korkuttuğu garson ona bir bira daha daha verdi. adi herif sanki üniversite okudu, sanki memurluk sınavı kazandı barmen olmak için şundaki havalara bak diye düşünürken, içeri bir yalnız daha girdi. bir yalnız bir yalnız daha iki yalnız eder bunu herkes bilir. rakı var mı, yok limonata var, işte sen bu yüzden bu işi yapamazsın dedi barmen. ezilmişti ama diğer yalnız iddia eki çıkarınca, onun ırkının en geri kalmış kesiminden olduğunu anladı ve tokat gibi bir hamlede bulundu, rakıya bir rakı daha benden.

iki bira daha alabilir miyim sir, gülüşe bak ya lavuk sanki kraliyet ailesinden, kapı açıldı, içeri yalnız olması imkansız gibi görünen bir hayat kaynağı girdi, hayatımı size borçluyum. olmaması gereken şeyler oluyordu, yalnızlar barına oturdu, bence beyaz şarap, bira ha sen de bizdensin. barın ikramı müzikte var, bar iyiye de barmen işi bilmiyo.

hey lanet piç bana bir tekila ver, kendimi körkütük sarhoş edip onun kötü emellerine alet olmaya ihtiyacım var. allahım nolur bu gece benim şansım gülsün, siktir lan der gibi yağmur başladı. ellerin diyorum onları yeni mi doğurdun, yeni doğmuş bebek elleri var sende, gerilmişti, yüzüne bakacak cesareti yoktu, tuvalete gideyim dönüşte bakarım diye düşündü. dışarı çıkmış sigara içiyor, bel ince önemli bir ilerleme ve o yukarıda sigara tutan el, el ele versek de bitse şu yalnızlık.

bana bak lan neden her yalnızlar barında oturanların karşısında olan ayna burda yok, hep bana hep bana senden nefret ediyorum barmeni yanda ki lavukla yarın ki maç ne oluru konuşuyor, konuşmak mı lütfen benim gözümden anlat, resmen ağızlarından sıçıyorlar.

içeri giriyor, sen başını çeviriyorsun, ben sana nasıl yardımcı olabilirim ki, hem o kadın kim biliyo musun, barın sahibinin sevgilisi o, o zaman ben eve gidiyorum, iyi ben bi iki bira daha içicem.

ellerin diyorum, orjinal mi, sonradan mı yaptırdın?

13 Eylül 2010 Pazartesi

evet, yetmez, zaten size de yetmeyecek

"yavrum" der büyükler ailelerde, "kim sana ne kadar harçlık verdi" diye sorarlar, bayramlarda. çünkü daha çok harçlık veren daha çok sevilecek insandır bu topraklarda. işte o bayramlar başlatır bu ülke insanını henüz daha çocukken dilenmeye.

sonra zaman geçer, tanrılar değişir ve harçlığın adı kömür, makarna vs. olur. dilenciler bu sefer el öpme eylemini oy verme biçiminde gerçekleştirirler. bunu ister ön teker nereye giderse arka teker oraya diye anlatalım, ister yedisinde neysen yetmişinde de oysun diye. bu ülkem insanının üretilme biçimidir. ha arada kaporta çizilirde boyamak gerekirse, ne bileyim sorunlu din dersleri vardır mesela, ya da iş alabilmek için cuma namazına gitme zorunluluğu.

üniversiteye girmek isteyen gençlerimizin, memur olmak isteyen üniversitelilerimizin başlarına ne gelmişti sahi, sahiden bunu da düşünüyor mu yetmez ama evetçiler. o geçsin diye canlarını dişlerine taktıkları anayasa paketi bu iktidarın bu tarz uygulamalar yapmasının önüne geçiyor mu?

ben cevap vereyim, HAYIR. aksine şunu hatırlatmakta yarar görüyorum, 61 anayasasına evet diyen solcuları bence de haklı olarak eleştirirler ve kalkıp utanmadan bugün evet demişler. kırk yıl sonra soldan ve doğal olarak demokrasiden yana olacak olan insanlar, hiç merak etmeyin sizi de tarihte layık olduğunuz yere koyacaklar.

demokrasi mücadelesi tarihin hiçbir döneminde, hiçbir coğrafyada zalimlerle, gericilerle uzlaşarak başarıya ulaşmamıştır. abdurrahman dilipak denen adamın yanında yer aldığınız için şimdi bir kez daha kendinizle gurur duyun.

"yetmez ama evet" dediniz, evet yetmeyecek ne size, ne bu ülkeye, ne aziz nesin'e, ne yılmaz güney'e, ne ahmet kaya'ya, ne mahir çayan'a, ne de bu ülkede demokrasi için mücadele vermiş ve vermekte olan onurlu insanlara yetmeyecek, ve günü gelecek siz de göreceksiniz ki, size de yetmeyecek.

ama tek bir şüphem var, size yetmeyen demokrasi mi olacak yoksa teokrasi mi?

9 Eylül 2010 Perşembe

can sıkıntısı

öyle denize yüz metre ilanıyla geçiştirdiğimiz kiralık hayatlar, o yüz metreci insanları beton duvarlar arasına hapsetmekle ve televizyona bakıpta tatil yörelerine iç çekmekle geçti. balkonlar aynalı camların arkasından seyredilen sokaklar, sokak gazeteciliği diyebileceğimiz, bir nevi merakla doldu taştı. istanbul, daha dün çocuktu, çiçekli bahçelerinde koşan dört nala atlar ve kardeş katili hükümdarlar geçti. ergenlik hali izmir ve ankara ve diyarbakır ve yurdumun en doğusundan en batısına ve en kuzeyinden en güneyine, akraba kürt ve türklerin genç yaşta evlendirilen anne ve babalarının özürlü çocuklarını bıraktı. cami sinagog kilise yanyanaydı, hoşgörüydü, hepsi ilahi dindi ve hepsi doğruyu kendisi söylemekteydi. ama fetvayı şeyhülislam vermekte, şeyhülislama da maaşını kardeş katilleri ödemekteydi. darbeciler, darbe vuracakları başbakandan, maaş almakta, başbakan darbe yaparsanız maaşınızı ödemem ha diyememekteydi. medyamız çok kutuplu ama kutup başları pas tutmuş çalıştırmak için biraz itikleyivermek gerekmekteydi. çünkü bu bir gelenekti, gaz pedalının hidroliğindeki sorun nedeniyle biz demokrasiyide frene bastıktan sonra tekrar çalıştırmak için iteklemek zorunda kalıyorduk. ama demokrasimizin insanı iteklemesine vatan hainliği komünistlik bölücülük gibi yaftalar yaftalıyorduk. üç tarafı denizlerle, kalan güç tarafıysa düşmanlarla dolu ülkemizde, savaşın olmadığı deniz kenarı yerlerin kirası daha çoktu, mesela istanbulda izmirde deniz kenarı yerler daha pahalıydı, hatta ankarada bile deniz kenarı olsa paha biçilmez ama deniz kenarı olmasada pahası çok biçilmiş yerler vardı. mesela mecliste bir konut sahibi oldun mu, torununun torununun sırtı yere gelmezdi. tabi ki çırpmada üç puan alacaklarda oldu, onlar da bu ülkede kitap oldular, film oldular, can oldular, onlar gibi kimse sevilmedi ama kardeş katili değillerdi. bir de bizim en önemli sorunumuz, kardeş kanı dökenlere kin gütmektir, bu yüzden fatihimiz tek, fethedenimiz canımız ciğerimizdir. sahile yüz metre var, ama ben ev sahibiyim, kardeşimle bira içiyoruz, eğer beni de yüzyıllar boyunca anacaksanız onu öldüreyim, bunu yapabilir miyim? evet. şaka leyn, hayır. kardeş katillerini kahraman yapanlar bu ülkeye getirse getirse teokrasi getirir. adına da demokrasi derler. size de hayırlı bayramlar.

1 Ağustos 2010 Pazar

deniz kokusu

Öyle güzel kokuyordun ki, öyle nezle olduğum zamanlarda az da olsa aldığım bir koku özelliğine sahiptin,ayrıydın ayrıcalıklıydın, ülkemde demokrasi gibi bir şeydin. Parfüm şirketim olsaydı, herkes alsın isterdim bu kokuyu, ama yapmayacağım, sen de istemezsin zaten, sen de istemezsin denizin kenarında parası olanlara kiralanmış alanları, sen de istemezsin bu yalanları, bu deniz kenarında almaya çalışıp da alamadığım deniz kokusunu sende aramamı sen de istemezsin. Ben de istemezdim, ama artık eski şair şiirlerinde bulur oldum, halbuki daha çok olmadı çocuktum, şimdi beton olan kumsallarda ayağımın sıcak kuma bastığı çok olmadı, kumun ayağımı yaktığı da. Şimdi bu gece oturdum da o beton dolgu sahilin üzerine, yakmıyordu, yine rüzgar esiyordu, ama deniz kokmuyordu. Bütün gün evde oturmuştum, sahil kasabası ruhunu yaşatamayan şehrimde, terlemiştim, deniz artık kirliydi, yüzemiyordum, duş aldım, sonra yine terledim, sonra aklıma sahil geldi, seni özledim, gittim bi bok hissetmedim, gittim geri gelmek istemedim, aklıma sen geldin, geri gelmedin. Kokunu konu ettim, ama çoktan unuttum, deniz kokusunu da. Elbette böyle olsun istemezdim. Sonra çocukluğumda bakkal, şimdi meyhaneci olan güzel bi insanın yanına gittim, güzeldi onunla konuşmak deniz kokusu hissettirmedi elbette, ama denizin hala güzel olduğunu hissettirdi, sonra tanesi bir buçuk lira olan mısırdan, bir buçuk liraya üç tane aldım, eskiden olsa pazarlık yapmazdım, eve gelmeden önce de tekel bayiine uğradım, her gün yapılması farz olan bir hac vakası bizimkisi de, herkesin inançlarına saygılıyım diyen bir toplumun, içki içmesin meyve yesinler diyen bir başbakanına inat, toplumun kimi kemsinin de, hatta birçok alanda birçok farklı görüşte kimsenin de aslında diğerlerine o kadar saygılı olmadığını, ve bu böyle bir akış şeklinde devam eden düşünceleri aklımdan geçirdim. Yalandan biraz oyalandım, yıllardır duymadığım deniz kokusunu duyacakmışım gibi, kendimi sahile çıkardım, içimdeki köle için mutlu bir gezinti oldu ya da bana mutluymuş numarası yaptı, ben de efendi olarak ona inandım, halbuki sınıflı ruh hallerini yıkabiliyorduk bazı zamanlarda, sonuçta denize bakarken ikimiz de biliyorduk ki, domates kendi gibi kokmuyordu, kadınlar dünyanın dört bir yanında aynı kokuyordu yani kadın gibi kokmuyordu, denizde artık birçok coğrafyada kokmuyordu. Bunlarda sadece kadınların tercihiydi kendi gibi kokmamak. Aklıma sen geldin de, denizin suçu değil bu durum, ben onun koktuğu zamanları da bilirim, dalgalıydı deniz, yüzemeyecektim saat gece yarısı içine girdim, ben dedim ki bende dalgalıyım. Şimdi ben de duruldum, durgun denizim ben, ama hiçbir yat giremez bu limana, sen yat kalk da dua et hala deli olmadığıma, yoksa boğulmak mevzu olmazdı benim için, ki farkındasın hala mevzu değil, öyle deniz kokuyorsun ki, öyle deniz, öyle densiz, öyle seviyorum ulan ne konuştuğumu sanki ben biliyorum, sanki ne konuşacağız ?

6 Temmuz 2010 Salı

dokunmatik

yok teknolojiden bahsetmeyeceğim, yeni bir ürün sunmuyorum piyasaya, aynının yeniden sunumunu yapıyorum sadece, arabeske olan gönül bağım, bundandır belki de, belki de kaybedeceğini bilmektir insanı arabeske sürükleyen ve işte bunun içindir ki hepimiz çok fazla duysak bile, yer yer çok severek dinleriz arabeski.

teknolojik bir dokunmadan bahsetmiyorum elbette, çünkü o kesinlikle "i-phone", yani kapitalistte olsa onu bize kazandıran, hayatımızı kolaylaştırıyor. elbette burada kapitalizm olumlaması yapmıyorum, şöyle de düşünebiliriz, mübah mıdır bilemem ama düşünebiliriz, bizim de varacağımız yer için kapitalizme ihtiyacımız var. en nihayetinde o teknolojik olgunluğa hizmet ederken, uğrayacakları hezimetin farkında değiller.

kelimenin birinci anlamıyla dokunmaktan bahsediyorum, acı ve gerçek olan dokunmaktan, acı olan kısmı bana ait, gerçek olan kısmı sana. yani elbette ki bir kadının bir erkeğin ona dair ne hissetiğini anlamama ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu çok iyi biliyorum. ve ihtimallerin yok edilemsi saçmalıklar olduğuna inanmaya başlayıla da çok olmadı.

işte hayat böyle gelişirken, sen bana dokunduğunda, şunu sen de çok iyi biliyordun ve hala çok iyi biliyorsun, "bu adam şu an ona bir kadının dokunduğunu hissetti ve ben üstüne gittim bir kere daha dokundum", o da şunu çok iyi biliyor, "şu an onu dudağından değil, yanağından da değil ama ikisinin arasında bir yerden öptüm..."

ne oldu, binlerce kadın ve binlerce erkek birbirlerine dokundu, i-phone'un dokunmatik ekranlarında, aşk aşktı hacı, öyle sevdiler, öyle sevildiler, ama öyle sevişemediler, bir tek işin özüne varamadılar. vardıkları da oldu elbet, dokunmatik değildi aşkları, aşkla dokundular birbirlerine.

ben de öyle bir bir biribirilerine bakar bakar dururken, neyi gördüm biliyo musun, ancak kusura bakma yanlışlıkla dokundum diyebilirdim ellerine, bir hayalde bile. ve sen tüm kadınlığınla benim seni sevdiğimi bildiğin hallerde bana dokundun.

işte bir gün bu da bana dokundu kaldıramadım canım, dedim ki eyvallah öyle ya da böyle birbirimize dokunuyoruz, ama bu dokunulmazlıkları kaldıramazsak, ne ben suçlu olacağım ne sen özgür

şimdi etinin etime değmesinin değil, ama yine de etinin etime, gözünün gözüme, ruhunun ruhuma dokunmasının değil, arada ki dokunulmazlıkların kaldırılmasının peşindeyim, dokunmatik değilim, ama dokunursan da, sevdiğim bir dokunuş biraz dokunsun istiyorum, hünerli değil ama samimi ellerimizle.

29 Haziran 2010 Salı

var mısın, yoksun !

ben biliyorum zaten, hiçbir boku başaramadığımı, bir de insanlar bunu yüzüme vuruyor, çünkü insanlar iş güç sahibi, çünkü onların samimi olmadıkları ama bir titr sahibi oldukları içki masaları da var, benimse sadece kendimi sunduğum aşklarım ve benzeri, ve savunmasızca ve saldırmadan ve herhangi bir taktik geliştirmeden, top çevirdiğim orta sahalarım var. ortalama bir insanın, aşağılama ya da böbürlenme kaprisine girmeden, yürüttüğü bir pas trafiğine sahibim, gol mü atarım, hükmen mi mağlup sayılırım umrumda değil.

insanlar yüzüme vuruyor, irademi-iradesizliğimi, insanlar aynaya bakıyor, mükemmel insanı görüyor, ben aynaya bakıyorum, "insana benziyor muyum, hayır" ben mutlu oluyorum. insanlar işe gidiyor, ha işe ha çişe gidiyor, yürüyüş benden ayrı, taklit etmek istiyorum, yok olmuyor, politik yürüyor onlar, patronun yanına giderken, asistanı yanına gelirken, sevgilisine koşarken, politik yürüyor onlar, ama onların politik yürümesi günümüz popüler filmlerinde normal, bense hala daha, politik olmayan yürüyüşlere katılamıyorum, benim politikam ki kendisi çok uzun süredir var, yani ezilenin hakkını savunmak bu çağlarda anormal.

insanlar ne mi söylüyor, arkadaşın sana ne söylüyor, onun arkadaşı ona, bu ülkede kim kimi dinliyor, ortak paydalarınız olmasa, mesela bu ülke gibi. ben bu ülkeyi pekte sevmem, bu milleti de sevmem, bu milletle kardeş olan milleti de, onları ayıran kalleşleri de sevmem, bu ümmeti de sevmem, bu herşeye çözüm bulan tanrının, yarattığı diğer ümmetleride. ben arkadaşım seni seviyorum, onu da senin tüm değerlerine saldırarak ifade ediyorum ki, sen de beni sevmenin, sen de sevmenin tüm değerlerden soyut, öyle samimi öyle zor birşey oluğunu anla diye.

seninle ortaklaştığımız tek nokta ne biliyor musun, belki kadınsın bir gün bir erkeği, belki erkeksin bir gün bir kadını, belki de başka birşey, ama sen o gün, benim tüm dünyaya baktığım gibi baktın bir insana, ne ümmeti önemliydi, ne milleti, ne cinsiyeti, sen sadece sevdin o gün aslında, o seni sevdi ya da sevmedi, belki o belli değerleri dahilinde sana değer vermedi, ama sen sadece sevdin, ve günü geldi bu kadar sevmene rağmen ondan nefret ettin, seninle belki bu noktada ortaklaşabiliriz, seninle sadece aşkta ortaklaşabiliriz.

ve şimdi sen ya da diğerleri beni eleştirirken, hepsinden çok ve sahici olduğum tek noktadır aşk. bu aşk ki ona sarılırken, ikimizin değil hepimizin mutluluğu için mücadeleyle başlayacak. var mısın, yoksun !

24 Haziran 2010 Perşembe

ölücükler saçıyorum 2

komik birşey oluyor,
gülüyorum.
sonra aklıma sen geliyorsun,
ölücükler saçıyorum.

20 Haziran 2010 Pazar

aşk

bak ben bu gece de uyumadım, seni düşünmekten muzdarip,
bak ben bu gece de duyamadım, senin sesini,
uyumadım.

ben, dün gece de böyleydim, seni düşünmekten muzdarip,
ben, dün gece de duyamadım, senin sesini,
uyumadım.

sana anlattıklarım, sana bakınca çok anlamsız geliyor.
sana anlatacaklarımda.
seni anlatacaklar belki, sana bakınca çok anlamsız geliyor,
güzelliğine yapılan ve yapılacak tüm güzellemeler.
seni saramayışlarım da.

belki, bir imam
belki bir cenaze namazı kılıyor,
arapça
ne anlıyor da, hüzünleniyor bu insanlar.
belki aklıma seni düşününce bir cenaze geliyor,
ne oluyor da ölüyor,
nedir bu işkenceler.
belki imam cenazeme,
onun için rutin, sevenlerim için, husisi
bir tükürük atıyor,
nedir bu arap sabunu?
beni temizlemiyor.

işte o köpek en son cami duvarına işerken göründü
hakkınızı helal ediyor musunuz diyor imam,
ben karübeladan beri müslümanım amma böyle güzele de dayanamam.
kısmen, yalan.

halet-i ruhiyem,
ruhsuz bir gidişatta iken,
ve hiçbir şeye inanmadan,
her konuda çok fanatik iken,
günler böyle gelip geçiyordu,
ve sonrasında karşı koyamayacağım silahlarla donatılmış bir ordu,
oldu bedenin,
işte bana oy hakkı düşseydi,
bırakın tüm şehitleri, şahitleri
lütfen beni fethedin.

fabrikasyon değil
el işi sana sevgim,
ne dokudum ne işledim
ne de işleyeceğim.
el yordamıyla bu karanlıklarda
el yordamıyla sana sarılabilme ihtimali var ya

ellerim de kelepçe olma
ellerim kelepçelide olsa.

kestim attım tüm bildiklerimi
kestim attım bileklerimden gerisini
sana el sürmeyeceğim
yeter ki elimden gelmese de
bir kez sarılsam ruhuna
ve bırak, bu ruh çağıran zenciyi
bir kez sarılsın gelmeyen ruhuna.
bırak zenci kalsın, aşkı uğruna.

dün gece uyuyamadım,
sırf gündüz var diye değil,
ama gündüz de var
elbette ki gideceksin,
ben gece ve karanlıktayım.
"şimdi sen kalkıp gidiyorsun.git"
oysa gözlerine doya doya hiç bakamadım,
şimdi sen kalkıp gidemeyecek kadar uzaksın.
daha da uzaklara git,
eğer mutlu olacaksan buna da razıyım,

git.


ama bir elveda de
son kez ve ilk kez sarıl bana
sonra, sonra sen git
ben de uyuz bir köpek gibi ağzımdan salyalar akarak uyumaya çalışayım,

git ve beni
boynumda tasmamla yanında götür,
yoksa uyuyamayacağım.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

pek

pek yabancısı olduğum bir durum değildi aslında, bile bile kandırmak ve kandırılmak üzerine gelişiyordu herşey. ilk gün ve son gün, doğum ve ölüm gibi birşeydi. ve hala öyle, pekte bir şeyin değiştiğini sanmıyorum. kandırmak ve kandırılmak üzerine gelişiyor herşey, kapitalizmin her noktada yaptığı ve yapmakta olduğu, kapitalizimle yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz, pekte değişen bir şey yok. adı sosyalizm olunca da kandırma ve kandırılma olabiliyor, şu an sosyalizmi savunan bir insan olarak bunu söylüyorum.

hepimiz kadere inanmamakla birlikte, kedere tapınmaktayız, pek eğlenceliyiz yahu.

"recep bey", bu söylemi kullanmakta ki amacım, kılıçdaroğlu sevgisi değil de, neden bazıları kendi isimlerinin sonuna bey eklenip öyle söylenince rahatsız oluyor, yani birisine bey denmesi günümüz gündelik yaşamında gayet olumlu anlamlar taşıyor, şurdan biliyorum: hayatta bi bok başrabilmiş bi adam değilim fakat, bana da yer yer bey dendi, eğer ikinci kez o insanla görüşüceysem bunu söylememesini istedim, ama böyle bir durum söz konusu değilse, tatmin olmadım değil.

neyse pek muhterem başbakanı ülkenin, sayın recep teyyip erdoğan, "kader" dedi. ben kendisini pekte kaderci görmedim, muhalefette de bir keder görmedim aslında. pek'in ördeği hiç yemedik ama, sorsan hepimiz nasıl yapıldığını biliriz.

işte ben böyle bir gece, yarın sabah erken kalkmam gerektiğini bilerek ve de yapmam gereken işler var, gerçekten çok mühim, bir de bunlardan sonra başka bir şehire yolculuk, kaç kilometre gideceğimden değil, ne zaman izmire gitsem, ulan onu bir daha görürsem, ya aşkından ölürüm ya da kölesi olurum oluyorum.

şimdi ne yazdığımın ne anlattığımın ne biçimin ne bilmem neyin ne önemi var ki? pek kendimde değilim sadece, ama sadece şu an değil.

şu an aklıma eskiden beni seven bir güzel, sevmeyen bir güzel, sevme ihtimali olan bir güzel, olmayan bir güzel, bu kadar güzel kadın varken,bir ölüye güzel diyenler var, ben ölüye güzel demem, yüzüne kömür konmadıkça diyenler var, buna ne diyeceğiz sevgili hocam?

bağlamlar ve bağlantılar

sanki bu yalan sonsuza dek sürecekmiş gibi, ama inan ki senin kadar güzelini göreceğime dair bir inancım yok, gözlerin kömür karası, pek bir zengindir bizim coğrafyamız, inan ki günü gelir grev derler, madenler bizim derler, gözlerin ne kadar da güzel, yeryüzüne seslenirler, işte o zaman kıskanmam ben o karayı, pek paha biçilmez olsada benim için kaşıkçı elması değerinde gözlerin, kara elmas pekte hafife alınacak bir maden değildir, en az gözlerin kadar güzeldir.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

ne oldu, canım baykal

ne olduda, herkes bir anda, seni bu kadar çok sevmeye başladı. yoksa o çok sık alıntılatıdığın, ismet inönü'nün sözü, gerçek olduda, bu ülkede namuslu insan sayısı, namussuz insan sayısını mı geçti? ne oldu sayın baykal, partisine geçmek isteyen evli bir belediye başkanına, sekreteriyle olan ilişkisini sorduğunda, onunla da imam nikahım var cevabını alınca, tatmin olan erdoğan'a sende aynı cevabı mı verdin de, siyasi malzeme yapmayacakmış, bu görüntüleri.

zaten herkes, siyasi yoldaşların, rakiplerin bir sevmeye başladılar ki seni sorma, sütten çıkmış ak kaşık oldun birden, erkektir yapar oldun. babam söyler dururdu da, kızardım, sekreteri derdi, "tam olarak sekreteri değildi, şimdi milletvekili". şimdi onunla yaşadığın ilişkiye, evli bir adam olmana filan bi dediğim yokta, bu kadar insan var, senin partine oy veren, senin partin için çalışan, bunca sendikacı, emekçi, aydın, öğrenci, emekli, bunlardan ne yüzle bir daha oy isteyeceksin, mesela seçim listelerinde daha alt sıralarda bıraktıklarına, seçim listelerine almadıklarına, başrole giden yol yönetmenin yatağından mı geçer diyeceksin? merak ediyorum, sayın baykal.

bunları da geçiyorum, çünkü bunlara verilecek bir cevabın vardır senin. ne de olsa, parti senin. partini de, ideolojini de, seven bir adam değilim zaten. şimdi orda burda ismet inönü'ye laf edildiğinde, çanakkale geçilmezcilik oynuyorsun, başkomutan olarak. başkomutanım, sen erdal inönü gibi bir adamı, nasıl yedin bitirdin, hatırlıyor musun? işte o, bu ülkenin namuslu insanlarındandı. senin de en büyük namussuzluğun budur kanaatimce, canım baykal.

aynen aktarıyorum, bunu da duydum başkalarından, "hep suç sikende mi, sikilenin suçu yok mu", bence var, hala size oy veriyor olmak, size derken, bunu siyasi malzeme yapmayacağını söyleyenleri de kastediyorum, bence bu tam olarak siyasi malzeme yapılması gereken bir konudur. çünkü, dokunulmazlık, baraj, seçim kanunları yasası, siyasi partiler yasası gibi, tek adamlığı, oligarklığı, koruyan yasalar anayasamızda oldukça, bu ülkede ne demokrasi mücadelesi verenler, ne emekçilerin hakları için mücadele edenler, ne çevre, hayvan, sağlık, eğitim hakkı için mücadele edenler, bu mevcut filler tepişirken, ezilen çimenler olmaktan kurtulamayacaktır. onlar, ancak laiklik elden gidiyor, ordu darbe yapacak ve benzeri suni gündemlerle bizi aldatacak, kalanında pastanın çikolatasını bugün sen ye, ben çileğini yiyicemcilik oynayacaktır.

şimdi düşünüyorum da, meclistemedyadameydanlarda, ne güzel bir ahlakınız var hepinizin, ne de güzel insanlarsınız, o'nun ne olduğunu tartışmayacağım, ama galiba doğru söylemiş, bence iddia da etmemiş, serzenişmiş bence, elbette ki bacak arasında aradığından da söylememiş, ama sizin gibi namussuzların, bu ülkede güle oynaya cirit atacağını da görmüş bence, şimdi siz kendi namussuzluklarınızı hasır altı ederken, o adamı siyasi malzeme yapıyorsunuz, ben namussuz türkiye partisi'ni kuruyorum, ve araştırmalarım sonucunda, sizi partimizin ilk üyesi yapmayı kararlaştırdım, olur mu canım baykal ?

17 Nisan 2010 Cumartesi

serkan

Önce yazdıklarını okumaya başladım, sonra yazdıklarını kıskanmaya, sonra yazdıklarından kaçıyordum, çünkü sen gündelik hayatta arkadaşlık diye kısa keseceğim dostluk, hadi sen böyle arabeski sevmezsin ama, bi yerde de kardeş gibisin ya, bunları geride bırakarak, şu gündelik hayatta arkadaşlık denen şey olmasaydı, bi idol olacaktın benim için, şimdiyse gün geçtikçe unutulan bir idolden ziyade, her gün hatırlanan bir sevgilisin.

Sonra yazdıklarını okurken fark ettiğim en baskın duygu kıskanma, yazdıklarını tam okuyamayacak kadar hatta, ve sonra, bu arada yazıya dökerken düşünüyorum tabi ki ama, ilk aklıma gelen düşünceleri aktarıyorum şu anda, sonra, bir tatmin duygusu geliyor, tabi ki sana okkalı diye bahsedeceğim, çünkü edebi olsun istiyorum, sana yazarken, bir küfürden sonra, işte bana şunu bahşediyor, ulan bu Serkan, bu ulan Serkan, ulan Serkan bu, ulan Serkan, seni sevdiğim güne lanet olsun, işte böyle bir tatmin duygusu.

Şimdi tüm anlatamamalarımdan ortaya çıkan şu ki: “kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor”, bu yüzden sana olan sevgimi anlatmaya kelimler yeter ama anlatmıycam, çünkü kelimeler, cümleler oluyor, ve bazı anlamlara yetmiyor. Devrik cümle benim dünyamda, ne kadar devrimciyse, bir devrimcinin kurduğu anlamlı cümleler de, o kadar dik. İşte sen benim imla kılavuzum değil, illa kılavuzumsun.

Her ne kadar anlatamasam, ne kadar da çok anlatsam, yazılı dil, yazılı yazıdır aslında. Aslında Serkan, aslından taviz vermeyen Serkan aslında, aslı gibidir. Bu damgayı da kendisi vurur. Biz de saygı duyarız, ha bir de okumuş adamdır, eyvallah ama, eşeklik baki kalır derler, okumuş eşek değildir.

29 Mart 2010 Pazartesi

avm'de ki kadına mektup

sayın bayan,

düşüncelerimden dolayı beni suçlayamazsınız, sayın bayan. düşünce suç değildir, sayın bayan.

bedenimin, beynimden bağımsız olarak verdiği tepkimeler, suç değildir. ben, sizin, o diz kapaklarınızın hemen üstünden başlayarak, dalgalanan ve kalça kısmı dar eteğinizi, ne niyetle giydiğinizden dolayı, sizi suçluyor muyum ? peki ya, deri çizmelerinize ne demeli, iç çamaşırınızı düşlersem bunu suç sayarsınız, o yüzden bahsetmeyeceğim, sayın bayan, ama göğüs dekoltenizden de bahsetmeden geçemeyeceğim, ben, sizin, insanlara iyi-kötü ayrımı yapmaya götüren, bahar geldi mi, çiçek açan, yaz eriklerinizden, bunların insanlara düşündürttüklerinden dolayı, sizi suçluyor muyum ? düşünce suç değildir, sayın bayan. düşüncelerimden dolayı beni suçlayamazsınız, sayın bayan. bütün gün, sizi düşündüm durdum, sizinle ilgili çok ayıp oyunlar kurdum, ama unutmayın ki, beni suçlayamazsınız, sayın bayan. bir sevgilinizin, eşinizin, aşık olduğunuz bir adamın olması, umrumda bile değil, bugün, sizi istediğim kadar, istediğim şekilde düşleyebilirim. belki de, bütün günü, hiçbir şey yapmadan sizi düşleyerek geçirebilirim. kırmızı rujunuzu, biraz abartısız buldum. buldum, kırmızı rujunuzu biraz daha sertleştirerek başlayabilirim, hem o süt beyaz teninizde nasıl da güzel ortaya çıkıyor, burnunuzun altında ki, çenenizin üstünde ki, başlı başına bir kadın olan dudaklarınız.

sayın bayan, sayın bayan, yalvarıyorum, ne olur siz de beni unutmayınız. biliyorum, pek düşünülecek bir vücuda sahip değilim ama, siz de benim düşüncelerimi düşününüz, böylece suçlanacak biri varsa ben olurum. hatta, yoluna kurban olurum, merak etme sen, sayın bayan.

sayın bayan, siz bu mektubu okuduğunuz sırada, ben, avmde, cafelerin olduğu katta, ortama en hakim masaya oturma cesaretini gösterip, utangaçlıktan pısmış, başımı öne eğmiş, tırnaklarımla oynuyor olacağım, ama mavi gözlerinizi görünce her şey değişebilir.

bunları teker teker düşünüyorum, beni suçlayamazsınız, düşünce suç değil, sayın bayan.

12 Mart 2010 Cuma

kadınlar günü

Dünya halkları ikiye ayrılır, erkek halkları ve kadın halkları, kadın halklarına hak verilmediği için, kadınlar bir hak arama mücadelesine girişmişlerdir, bunu kendilerine hak gören erkekler, mücadele etmek bizim işimiz, elinin hamuruyla erkek işine karışma single’ını piyasaya sürdükten sonra en çok dinlenen albüm olmuştur, öyle ki kimi kadınlar ilerleyen yüzyıllarda bu şarkıyı diline dolamıştır (bkz. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı Selma aliye kavaf)

Tabi durur mu kadın halklar, çekmişler kendilerine çekilen kılıcı, tabancayı, tokadı, küfrü sineye, çocuklarım var, ben bunları büyütenim, günü gelir, senden de hesap sordurturum demiş kimileri, kimileri de önüme kıvanç tatlıtuğ koysanız, ben bu lokantanın yemeğini yemem, bile demiş.

İşte böyle diyenler, sen kalk bir gün başkaldır devlete, devlet dediysek, babasına saygısı olmayanın, devletine saygıyı olur mu? Bugün kızını dövmeyen, yarın dizini döver demişiz. Yani, ana-oğul bir olsanız da benim kutsal ruhuma asla, sahip olamayacaksınız demiş. Yahu neden bütün peygamberler erkek, demişler, kadınlardan bahsederken. Devlet dediysek, bunların toplamı ediyor işte.

İşte bu kadın haklarını arayanların aradığı haklar, bir yerde de o devlete başkaldırmakmış, onun içindir dünya kadınlar günü, tekrar dünya emekçi kadınlar günü olarak bahsedilmek durumunda kalsın medyada, medya dediysem kadın haber spikeri de etek giydiyse tadınmaz yenmez yani, yani devletimiz ne yapsın erkek halkımız, kadın halkımızın bir bireyine hem de haber sunarken, yani cinsel dürtüler diyorum, aman benim karının cinsel dürtüsü olsa onu öldürürüm.

Ama benim içimden geldi lan, dünya emekçi kadınlar günü, bugün de kutlu olsun.

Not: bu yazıyı yazmama sebep, çocukken annemin katıldığı günlerde, kadınların çok olması, hatta hepsinin onlardan olması, onların sıkıntıları yakından dinleme fırsatı bulmuş olmamdır. Anne ne yaptın bana ya.

Kadinalkolgodard,blogspot,com

7 Mart 2010 Pazar

ahlaksız komedi

kendi derdine düşmüş bir insan, ne kadar farklı bir durum karşısındadır, diğer insanlardan, onun derdi insani değil midir yoksa, yoksa cismani ve ruhaniden ziyade anlayamadığımız birşey mi vardır onda, evet şu an kendisine soru sormuyorum, kendi kendime konuşuyorum.

evet şu an, tam da bu yazıyı niye yazdığımı düşünüyorum, güzel bir kadın geliyor aklıma. aklım güzel kadın, kadın aklım, aklımı aldı, kadın, güzel mi ne, evet evet güzel, benimle tavla oynar mı acaba.

ahlaksız bir teklif değil bu, komedi olsun, öyle gülelim eğlenelim, beni şu an hangi ruh haliyle yazdığımı, olayları hangi mantıksal süzgeçten geçirdiğimi, anlamak için gereken tek şey: işte bunu söyleyemem. çünkü suçu ve suçluyu övmek olur, yani bir insan mevcut huhuktan memnun değilse, doğruluğunu sorguluyor, ve işte falan filansa, ona göre o "suç", suç değilse, yamişim öyle hukuğu deme hakkı olmalı mıdır? bunu düşünürseniz, hukuğun aslında, öyle dile aldığımız kadar kolay bir kavram olmadığını, ne kadar zor oluşturulabilir bir pratik olduğunu, yani bir hukuğumuz oluşsaydı sayın bayan, biliyorum zor, zor kullanmakta pek etkili olmaz diye düşünüyorum, öyleyse sizin dünyanızda var mıyım-yok muyum, sen ne diyorsun sevgili dersem hoş olmaz, sayın tanrım, hangi kutuyu açtırayım ?

ben böyle halimden memnun yaşayıp giderken, gitmek mi ? hehe o kadar memnunum ki halimden kalkıp gidesim yok, ya nereye gidicem, her zaman takıldığım barda, bi iki bi şey içip eve dönmek, bi arkadaşla görüşüp muhabbet etmek, bakkala gidip bi iki bira mı alsam, ben en iyisi ana-baba evine döneyim, ama orası da çok uzak.

ışınlanma olsun lan artık, yoksa zaten çok kuşatılmış bir dünyada yaşıyoruz, iyice insanlar birbirini göremeyecek, iyice görememek, pek iyi birşey olmasa gerek tıp dilince. gerçi dengesiz bir arkadaş, gecenin bir yarısı yatak odasına da ışınlanabilir, yazık değil mi o arkadaşa ?

ben brad pittle angeleina jolienin yatak odasına ışınlanırım, hatta nişanlanırım o odaya, nişan alırım hatta. ulan sen koskocaman brad pittsin, kadın, istesen kadın, para istesen para. ne istiyosun lan angelinadan, ne istiyosun lan hayallerimizden, senin yaptığın suç benim hukuğumda, o beni evlat edinecek, sonra sansasyonel bi aşk başlayacaktı aramızda. şimdi sen varsın, olmaz bu. aslında brad pittin koynundaki hatunu aldı, fena bi hava atma durumu değil, ama beni gören bunu başarabileceğime inanmaz, sen olmasaydın, angelina bu halimi görecek, bana acıyacak ve evlat edinecekti. sana son bir sözüm var brad:

sana çekerim ışın kılıcımı,
alırım angelinanın nişanını.

şimdi kalkta bir yerden, bir yere git. aklıma gelenler, başıma gelseydi. ben onu hiç o hüzünlü ifadeyle kullanmazdım. çünkü benim aklıma hep güzel şeyler gelir. benim aklımdan iyi hiç eksik olmaz. iyice göremeyenleri de anlamam, iyi bir hukuğumuz vardır. hep iyi halden cezasını indiririm keratanın, ama brad seni asla affetmiycem. tom'a da gıcığım zaten, hadi angelina neyse de penelope'den ne istediniz lan. çete misiniz lan siz, bizim verdiğimiz vergilerden zengin oldunuz lan, bırakın bari güzel kadınlar bize kalsın lan. hadi sizi geçtim bir de sizin gibi olmaya çalışan onlarcası çıkıyor hayatta karşıma, dünyayı dünyamızı ele geçirdiniz lan, ama, gün gelir devran döner, sonra yine geri döner.

kendi derdime düştüm, ama son olarak penelopeye yazdığım şarkıyı okumak istiyorum, siz de, sen de yaz yaz yaz, şarkısı gibi okuyunuz:

neden senle hiç durmadan sevişiyoruz ki biz,
bile bile üstüme çıkmaya ne hakkın var.
neden dostça ve insanca sevişemiyoruz ki biz,
bunca yaşanmış fantezinin hatırı var.

eğer her gün bu orgazm,
eğer her gün bu çığlıklar,
eğer her iliğimi kemiğimi sömürürsün sanıyorsan,

sende yaz yaz yaz bi kenara yaz,
oynadığın filmleri,
rol yaparsam çık karşıma,
göster memişlerini,
belki zamanla dikelirler,
teker teker okşamaktan,
anlarsın ki,
erdalsız geçmiş bunca zaman.

saygılar. muck cnm

28 Şubat 2010 Pazar

sevzeniş

sanki bir cümle bitmemişti, eksik kalan birşeyler vardı. sanki yüklem kullanmak istemiyordu, yazar, sonlandırmakla, sonlandırmamak arasındaydı. arada kalmış insanlardık, insanlık arada kalmıştı. birşeyler daha söylemeliydik gibiydi, bir şeyler yarım mı kaldı?

ve hep içinden gelenler insanın, dışından gelenler başka bir insanın ve hep bir çatışma vardı, çatışma nasıl da yalandı aslında. bir çatışma duygusu, düşüncesi vardı. duygular ve düşünceler yalandı. platonikti hümanizm, insan sevgisi de yarım kaldı.

sonra ne oldu bilemem, bilsem de söyleyemem, dedi, yazar. yazar bütün bunları yazandı. yazar bitmemişti aslında, biten insandı.

patikalar, keçi yoludur ya bulmacalarda, keçiler hiç bulamamıştır, bu sorunun cevabını, insan kadar inat etselerdi aslında, onlar da her hafta sonu (oğuz atay'a saygıyla) bulmaca çözerlerdi.

ve lütfen sigarayı daha fazla içmeyeyim, bu bir inat değil.

sonra ne oldu?
susurluktan sonra,
darbeden sonra,
olacağı varsayılan darbelerden sonra,
sahi 19 ocakta ne olmuştu?

dün volkan konak'ın programında, edip akbayram 1 mayıs marşını söyledi. tekel işçileri için ve halkımız yeterince eğlenememiş, çünkü eğlence ekmekten ve namustan ve onurdan öte bir yer edinmiş.

yüklem, yüklemem, dedi, yazar.

yazamayabilirim de dedi.

yüklediğim tüm anlamlar, tüm anlamlar ki, anlamamakta ısrar edenler var. aklıma sezen aksu'nun şarkısı geldi, bunları boşver ne haber aşktan, aslında güzel bir kadının gülümseyen bir karesi üzerine anlam yükledi yazar.

yazar da yazar hani! yazmazsa ne yazar!

aşkın anlamı yoksa, sadece bir gülümsemedir
sadece bir gülümse, sadece bir gülümsemedir.

18 Şubat 2010 Perşembe

kadın,alkol,godard.

ve aleyküm selam demeden başlıyoruz, bu ilk güncemize, ve hiçbir kimseye selam vermek gibi bir kaygı taşımıyoruz, kimsenin selamını da alacak değiliz. hiç kimsenin alacaklı olmadığı, yazılanların, borç defterine değil, gönül titreten nameler eşliğinde ruhumuza hiç değil, yazılanların bir amaç taşımakla birlikte, sadece o amaç için değil, ve amaçsızlaşan hayatlarımıza anlam katmak için de değil, ve en nihayetinde, bir nihayete varsak da, bunun da bir nihayeti olmayacağını bilerek başlıyoruz. demiştik, bloğa başlarken. hala öyle devam ediyoruz. tanımadığımız varlıkların selamını almıyoruz, ve selamımızı kimin alıp almadığına bakmıyoruz. vereceğimizi verdik, daha da vermek istiyoruz, ona buna değil hak edene saygı duyuyoruz. ve amaç edindirmeye çalışan hayata inat, kendi hayatlarımızda kendi amaçlarımızla yürümeye çalışıyoruz. sevdiğimiz bir kadın arıyor; onu tekrar seviyoruz, bir arkadaşımızın çocuğu oluyor, senin sayende okulu bitirmiştim çocuğuma hep seni anlatacağım diyor, bir arkadaşımızın çocuğu olacak; yanıma gel diyor. iki arkadaşımda bu cumartesi evleniyor. hayat böyle güzel işte. kötü şeyler de oluyor ama şimdi zamanı değil. nihayet. eğer ona varacaksak, nihayet olmuyor. ama hayat bazen öyle güzel, bazen öyle sıkıntılı bir şey ki; insan gerek hayatın dayattıkları, gerek kendi amaç edindikleri için -e nihayet demek istiyor. nihayet ?