ne olursan ol gel, ama çok uzun kalma

mevlevi tekkesi değil canım burası

25 Ağustos 2015 Salı

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (10.BÖLÜM)

YALNIZLIĞIN KISA TARİHİ
İnsanlık tarihi boyunca sürekli arayış içerisinde olmuştur. Acıkınca yemek aramıştır mesela, basit şeylerden başlamıştır. Sıcak aramıştır önceleri, su aramıştır. Sonraları sıcaktan korunmak için klima aramaya, kendisine daha çok dert edinmeye, daha karmaşık şeylerin peşinden koşmaya başlamıştır. Üzümden, rakı yapmış; rakıyı sek içmiş, sonra su katmış, bi duble daha içmiş, evin içinde nefes alamayınca balkona, sinekler ısırınca mağaraya geri dönmüş, yabani hayvan saldırılarına karşı pencerelerine demir korkuluk yaptırmış, bi duble daha içmiş, önce bakmış, sonra birşeyler söylemek istemiş, yutkunmuş, manalı olur diye bir iki ses çıkarmış, unutmayayım diye bu seslerden şarkı yapmış, sonra yine susmuş, uzaklara dalmış, sokaktan geçenleri seyretmiş, bir çakal iki de yaban domuzu görmüş, tüm duygusallığını kaybetmiş, dertlenmiş bu duruma, bi duble daha içmiş, anlamadığı şeyler varmış insanlığın, korkmuş, tapınaklar inşa etmiş, sunaklar yapmış, en güzel en samimi en içten hediyelerini bir hiç uğruna harcamış, şiirler yazdığı kadın onu istemeyince bi duble daha içmiş.
O zamanlar en çok duyduğum söz, "Valla, sen iyisin ha" oluyordu. 'Ben iyi miyim?' diye soruyordum kendi kendime, arkadaşlarım öyle diyor, çünkü artık hiçbirimiz mağarada yaşamıyoruz; eskiler dumanla haberleşirdi, bizse kafa buluyoruz. Onlar ava çıkardı, biz eve sipariş ediyoruz. Tarımı bile bizim için artık başkaları yapıyor; biz de onlar için ağrıyan yere patates basmak yerine ilaç, sınır kavgası yaşamasınlar diye kadastro, aptal kalmasınlar diye akıllı telefon yapıyoruz. 'Ben iyi miyim?', iyiyim, aslında herkes iyi, peki arkadaşlarım bana neden "Valla, sen iyisin ha" diyor. Arkadaşlarım neden kendilerini kötü hissediyor? Çünkü sevgilileri, aşkları, eşleri var. Okuduğum birçok makalede, yalnızlık insanlığın en büyük korkusu olarak belirtilir, ölüm korkusunun bile önüne geçmiştir ve bu okumuş etmiş iş güç sahibi insan evlatları, benim 'iyi' olduğumu iddia ediyor. Yalnızlığın iyi bir şey olduğunu; gece yanında yatan sadece bir kirpiğin bile aslında ne kadar mükemmek bir resim olarak seyredilebileceğini, nefes alıp verirken inip kalkan göğüs kafesinin kıyıya vuran dalgalar kadar huzur verici olabileceğini unutan insan iddia ediyor. Çünkü aranıyor, kaşıntısı var insan evladı insanın.
'Benim nerem iyi lan' diye bağırmak geçiyordu içimden. İnsanlar kendilerini boş yere mutsuz ediyordu ve üstelik bu yetmezmiş gibi yalnızlığıma övgüler düzüyordu. Ben mazot almak için şehre inen köylüydüm, onlar altlarında son model ciplerle bizim derenin yanına gelip, 'Valla, hayat size güzel' diyen şanslı zengin piçleriydi. Övüldükçe eziliyor, özgüven kaybım giderek artıyordu. 'Şu rakı bitse de, siktir olup eve gitsem' oluyordum. 'Nesi iyi lan yalnızlığın' diye düşünürken, bir başıma kalmak için can atıyordum. Rakı da illa ki bir yerde bitiyordu.
Her seferinde eve dönerken önce aklımdan film, dizi izlemek geçiyor, sonra saate bakıyordum ve geç olmuş oluyordu bahanem. Ama işin iyi tarafı gece hangi tekel bayinin, saat kaça kadar açık olduğunu bilmemdi. Giderek teknolojiden uzaklaşmaya, sosyal yalnızlıktansa bireysel yalnızlığı tercih etmeye başlamıştım. Bir kitap ayracı görmüş, yazan cümleyi çok sevmiştim. Masamın karşısındaki duvara bakıyor, hayaller kurabiliyordum bu sayede: "Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi". Kitabı hiç okumadım, belki okusam bu cümle ardında ve önündeki cümlelerle birleşince böyle güzel, bana böyle dost olmayacaktı, hayaller yazarın olacaktı o zaman, benim olmayacaktı. Kendi kendime oynadığım tüm oyunlar yasaklanacaktı: "Yalnızdım ve kadın çok güzeldi" oyunu, "Çok param var ve en güzel benim eşim" oyunu, "Yalnızım, kadınım ve çok güzelim" oyunu, "Yalnızsam, çokta güzellik aramam" oyunu, "Param yok, karı desen hiç yok" oyunu, "Karıyı buldunda, parayı mı dert ediyon" oyunu...
Hayatıma bir renk lazımdı anlayacağınız ama yoktu. Sabah evin neresinde olduğunu yattığım yerden kestiremediğim telefonumun ilk dört çalışına 'ya gereksizin biridir, ya arkadaşlarım boş bir iş için arıyordur ya da bi firma falandır' diye düşünerek cevap vermedim ama beşinci çalışa tepkisiz kalamadım. Arayan annemdi, aradığım renk hayatıma girecekti, dedim ya artık daha karmaşık şeyler peşindeyiz, amcam ölmüştü, 'Yalnızdım ve kadın çok güzeldi'.
Önce elinde bir tencere yemek taşıyan, cenaze evinde ve başını kapatmış bir kadın gördüm. "Kolay gelsin" dedim, "Saol, başınız sağ olsun" dedi. Güzel miydi, değil miydi onu bile farketmedim. Amcam bir kenar mahallede yaşardı, ben sadece eylemlere ve cenazelere gelirdim buralara. Adımı söyledim, adını söyledi ve işine devam etti. Kötü bir niyetim yoktu aslında ama sanki 'Beni işimden etme', 'Amcan ölmüş, cenaze var, sende boş durma bi şeyler yap' der gibi gitti. İnsanoğlu hala bilmedikleri birilerinden af diliyordu cenazelerde. Ama eskisi gibi değerli mallarını gidenin yanına koymaktan vazgeçilmişti, bu yüzden amcamın iki oğluyla aralarındaki paylaşım kavgasını giderebilmek için uzun uzun konuşmak zorunda kaldım. Eskiden bunu yapıyor muyduk, bilmiyorum ama ikinci günde yine bilmediğimiz bir şeyin söylediğine göre evde küçük bir organizasyonn olacak, hısım akraba konu komşu gelecekti. Dışarıdan içecekleri alma görevi bana verilmişti ve yine evde tanımadığım bir kadın bazı işlere koşturuyordu. Onun da hiç yüzüne bakmadım. "Valla, iyidim ha", o kadar çok alışmıştım ki yalnızlığa varacağım yer burasıydı. Kolay gelsin faslını geçtikten sonra, adımı söyledim, "Biliyorum" dedi. İşine devam etti. Bu sefer peşinden dikkatlice baktım, dün tanışmıtık evet, akşam yine başına örtecekti, çünkü kural böyle koyulmuştu. Belki yalnızlık beni köreltmişti ama merak unsuru hiçte fena durmuyordu. Akşam dua etmediğim için kendimi balkon yerine mutfağa attım. Sigara içerken bir yandan gözlem yapabiliyor, bir yandan da konuşulanları dinleyebiliyordum. Birincisi güzeldi, çok güzeldi, ikincisi yengemin yeğeniymiş, üçüncüsü "Allah razı olsun, her işe koşturuyor". Amcamın çocuklarıyla akşam meyhaneye gittik, sonra babam yanımıza geldi, uzun uzun dertleştik. "Baba, ben amcamın yedisine kadar burda kalayım, belki bi faydam dokunur" dedim. Amcamın çocukları "Yahu biz hallederiz"lere filan girmeye başlayınca, ısrar ettim, babam "İyi olur" dedi, annemden biraz para kopardım. Üçüncü gün ritüeli çokta gerekli bir icat değilmiş, pek gelen olmuyor. Daha uzun konuşma şansımız oldu, hayatımda gördüğüm en güzel konuşan kadın, ne edebi ne bilimsel, ne akılcı ne faydacı, içinden ne gelirse onu söylüyor ama cümleye başlarken bi takılıyor, bi duruyor, ne söyleyeceğini bilmediği için değil, söyleyemiyor sadece. Bu kadar güzel bir söyleyememek olmaz. Hiçbir erkek bir kadının ağzından çıkacak sözleri duymak için böyle bir heyecan yaşamamıştır. Her seferinde acaba şimdi ne diyecek tahmini yapıyorum ve tutarsa acayip keyif alıyorum. Sadece dilimize kazınan ataerkil lafları ettiğinde düzeltiyorum, itiraz etmiyor. Bu kenar mahallelerin en güzel taraflarından biri, herkes biraz politika biliyor. Dördüncü gün ülke meselelerini geçip kendi dertlerimizden konuşmaya başlayınca, gülüşünü fark ettim. Çok az sesli gülüyordu ama gülerken gözlerine bakınca en güzel şarkıları duyuyordunuz. 'Elini tutsam' diyordum içimden, orta okulda işe yaramıştı, fakat yalnızlık bu kadar çok yüzüme vurulmamıştı o zamanlar, şimdi yapamıyordum. Beşinci gün bulaşıkları yıkamasına izin vermedim, kendim yıkadım. İçeri gitti, halası ağlıyordu, o da ağladı. Onları görünce ağlayacak gibi oldum, kondunun üst katına çıktım, amca çocukları maç izliyordu. Altıncı gün rakı aldım, bira da aldım. "Üstte çocuklarla oturucaz, sende gel istersen" dedim. Geldi, o içmedi, biz içtik. Çocuklar konuşurken, onlara cevap verdi bazen, ben çoğunlukla sustum. Ben çoğunlukla susarken, çocuklar konuştu, o cevap verdi bazen. Daha rakı bitmemişti ki, çocuklar bitti. Kendime bi duble rakı daha koydum. Masayı o toplayacaktı, öyle görmüştü, kalkmadı masadan. "Bi kitap ayracı var" dedim, cümlenin önünü sonunu hesaplamadan girdiğim için küçük bi duraksadım, yüzüne baktım, ne diyeceğimi merak ediyordu, ilgisini çekiyordum, "Ayraç ne?" dedi. Soruyu hiç yadırgamadan gayet ince bi şekilde cevapladım: "Ya işte kitap okurken araya koyuyosun, en son kaldığın yeri unutma diye" dedim. Hala bana bakıyordu, 'Acaba ne diye bakıyor' oldum, "Bu kadar mı?" dedi, "Ne bu kadar mı?" dedim. "O ayraç mı neyse niye onu konuştun?" dedi. "Haa" dedim, "Şey yazıyor: Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi". "Aman canım" dedi, "Sevdikten sonra para mı dert!". "Yalnızım ve kadın çok güzel" dedim. "Doğrusu bu mu?" dedi. "Çok yalnızım" dedim. "Bak aramızda kalsın ama ben seni sevdim" dedi, sonra yine cümlesine başlamadan önce bi takıldı, aklımdan milyarlarca güzel söz geçti ve devam etti: "Benim sevgilimin bi ablası var, sana onu yapalım mı?" dedi. "Valla, sen iyisin ha" demekten başka çarem kalmamıştı.
Ayrıca yedinci gün ritüelini kim icat ettiyse götün tekiymiş, katılmadım.  

15 Ağustos 2015 Cumartesi

BİR ERKEĞE VURULAN YÜZ AŞK DARBESİ (9.BÖLÜM)

BİR DAHA ASLA: ASLI

Kimi zaman insan, çoğu zaman istemeyeceği şeyleri yapmak konusunda hiçbir zaman olmadığı kadar çok isteklidir. Mesela evlilik gibi, sabah başının götünün ağrıyacağını bile bile birkaç kadeh daha içmek gibi veya ne bileyim, paraya çok sıkıştığında tövbe etmek gibi. Bazı yollar vardır, sonu başlangıç noktasıdır. İlerlediğinizi sanırsınız ama vardığınız yer, henüz emeklediğiniz yerdir. İnsanoğlu çok azı ayakta ölmekle birlikte, emekleyemeyecek ya da sürünemeyecek bir duruma gelir ve kendini ilk anasının amından çıktığı durumda bulur, sonra geberir gider. O an'a kadar hiç ölmeyi istemesede bu geriye gidiş, insanevladını çok yorar, mahveder, depresyona sokar, pis koyar, gökte bir yıldız kayar ve eğer biraz okumuşsa "Diyalektiğin bir üst aşamasına geçemedi" yok biraz anlamadığı dilde bir kitabı okuyanların okuduklarını duymuşsa "Taksiratı küsuratı affolsun" diye yadedilir. Ama bu son noktaya gelmediyse; çoğu insan, kimi zaman yapmak istemeyeceği şeyleri yapmak konusunda, her zaman çıldırmışcasına bir arzu duymaktadır.

Asla "Yapmam" dediğim şeyleri yapmam. İlkeli bir insanımdır. Bu yüzden David Lynch filmleri izlemek dışında başka hiçbir şey için "Yapmam" demedim. Çok zorda kalırsam "Şimdi yapmam" dedim. Ders çalışmak için "Yapmam" demedim mesela, çalıştım, sadece annemin babamın istediği zamanlarda yapmadım, belki de bu yüzden üniversiteyi oniki yılda bitirdim, pişman değilim, sonuçta yaptım. Okul bitince çalışmam gerekti, "Yapmam" demedim. Çalıştım, biraz aksak biraz aralıklı ama çalıştım. Benden istenilen işleri, şimdilik hedeflerim başka diye yapmadım ama "Yapmam" demedim. "Birgün evleneceğim" dedim, "Zamanı gelince", "Şimdi değil" dedim. "Yapmam" demedim. İlkeli bir insan olmakla, ilkeleri olan bir insan olmak arasındaki büyük farkı o zaman anladım. Asla yapmak istemeyeceğim şey, 'ped' reyonunun karşısında durup, marka-model-ebat gözetirken, işin içinden çıkamayınca telefona sarılıp "Hayatım, emin olamadım da..." diye başlayan bir cümleyle alışveriş sepetine benim için hiçte gerekli olmayan bir sürü zımbırtı doldurmaktı. "Yapmam" diyemedim.

Haftanın beş günü işe gittim. Her sabah bir yumurta, bir iki dilim peynir, birkaç zeytin yedim. Evden çıkarken Semra, kapının yanındaki boy aynasında önce göğüs dekoltesine, sonra bana baktı. Ben çoğunlukla dişlerimi fırçalamayı unuttuğumu bahane edip işe otobüsle gittim. İş yerindekiler bana baktı, Semra'nın göğüs dekoltesini düşündü. Öğle yemeklerinde kadınlarla birlikte salata yedim, sonra kahve fallarına baktım. Hepsini kocası, Semra'nın dekoltesiyle aldatıyordu. Hepsi de kocalarını aldatmak için can atıyordu. Semra'nın kart basma zorunluluğu olmadığı için hep benden önce çıkıyordu. "Şöyle güzel bir akşam yemeği" yiyorduk, sonra eve dönüyorduk. Her akşam tatil için "Mutlaka buraya gitmeliyiz" diyordu Semra, yaklaşık önümüzdeki üçbindörtyüzellibeş yıllık tatil planımız hazırdı. Semra "Ben yatıyorum" dedikten sonra yatağa girmesi bir saati bulduğu için ve bu süre içerisinde ben uyursam bana kızacağı için kendime bir kadeh rakı koyar, ağır ağır demlenir, sonra iş yerindeki dedikoduları bir daha dinler ve uyurdum. Hiçbirisine "Yapmam" demedim.

Yıllar geçtikçe insan ilk gençliğindeki ya da ergenliğindeki gibi olmak istiyor. Çünkü o zamanlarda kendisini asi kılan ve tüm saçmalıkları yapmasına mani olan herkese kafa tutma arzusu barındıran, görünmeyen, bilinmeyen, kokusuz ve renksiz bir uyuşturucu kullanıyor aslında. Lise bittiğinde toplumsalın üzerimde yarattığı baskıya daha fazla direnememiş, gittiğim dersanenin karşısındaki hayat mektebine bir ziyarette bulunmuştum. Daha doğrusu hem ziyaret hem ticaret. İki tarafta kazanıyordu. Ben adeta bir KOBİydim. Her ne kadar daha sonradan asıl adım olan 'esnaf' kullanılacak olsa da, bankadan çektiğim krediyle açtığım dükkana belediye başkanı, kaymakam çiçek göndermiş ve tüm aldığım riskleri bertaraf edeceğimi bilen bir özgüvenle, gerekirse camiye gider, namaz bile kılardım. Annemden aldığım harçlıktan biriktirdiğimleyse en fazla bu kadarını yapabildim ve ikinci taraf yani Aslı da parasını kazandı. Ben yeni bir yola adım atıyordum, Aslı ise gişede bilet kesiyordu. Biraz sürat yaptım. "O arkadaşınıza söyleyin, bir daha gelmesin" demiş Aslı, "Verdiği paraya yazık" diye de eklemiş. Eğer işleriniz iyi gitmiyorsa belediye başkanından randevu alamazsınız ve önünüzdeki masanın camının altına yerleştirdiğiniz açılış günü fotoğrafındaki çiçeğe bakar derin bir iç çekersiniz.

Akşam olsa de işten bi an önce kurtulsam diye beklerken, Semra Hanım'da mail geldi. "Yarın akşam, 'çalışma hayatında yeni ilkeler' isimli sunum yapılacaktır. Katılım zorunludur" yazıyordu. "Yapmam" dedim. Yarın oldu. Semra Hanım'ın odasına gittim, izin istedim. "Ama sonra yemek olacak, benim gitmem lazım" dedi. "Git" dedim. Eve gitmedim, canım sadece içmek istiyordu. Önce iki bira alıp sahile indim. Telefonumdan Semra'ya mail attım: "İşten ayrılmak istiyorum, yerime başkasını bulana kadar sizi zor durumda bırakmamak adına çalışmaya devam edeceğim" yazdım. Bu basit cümleyi yazabilmek için iki birayı heba ettim. Sonra bir türkü bara girdim. Altı üstü bi yirmilik rakı içtim, galiba iki de bira; ben bara, hesap bana girdi. Cebimdeki tüm parayı verdim. Üniversiteye girdiğim ilk yıl babam bana verdiği kredi kartını iki ay sonra iptal etmek zorunda kalmıştı, o günden beri kullanmam, canım eve gitmekte istemiyordu. Annemden, babamdan gizli gizli para istemişliğim çoktur, ama saat geç olduğu için ve eğer bunu yaparsam annem muhtemelen dertten kederden tekrar sigaraya başlayacağı için, Semra'yı aramaya karar verdim. Meşgule attı orospu. İlk 'çıktığım kız' telefonunu açmayınca evden aramış babasıyla konuşmuştum. Yalan söyledim, o zamanlar cep telefonu yoktu. Ama o yaşlardayken bunu yapabilirdim. Semra bunu kendi istemişti. Şimdilik haberi olmasa da 'eski' patronumu aradım ve Semra'ya ulaşamadığımı söyledim. Semra telefonu eline aldı, "Canım bi şey mi oldu?" dedi. "Bana bin lira göndermezsen, kocanı öldürürüm!" dedim. Hayır, ben o toplantıdayken şaka yapıyor olamazdım, peki şaka yapmıyorsam niye para istiyordum, eve gitmemiştim ve serserilik mi yapıyordum, yine yatak en son üç yıl önce tanık olduğu ve o gün yasakladığı gibi leş gibi alkol kokan bir herifin horultusuyla ve eve gelmeden önce içtiği işkembenin lanet kokusuyla mı dolacaktı, bunları düşündü Semra, bir saniye içerisinde düşündü bunları Semra. Müsade isteyip masadan kalktı. 'Eve git' dese "Yapmam" diyeceğimi biliyordu. Parayı gönderirken gururuma yediremediğim için tembihledi diyorum ama aslında posta koydu: "Salonda yat, odaya girme"

Bi taksiye bindim, içmeyi sevdiğim bi yer var, oraya gitmesini söyledim. Giderken yolun kenarında çok güzel bi kadın gördüm. Kadın o kadar güzeldi ki sol şeritteki taksiye fren yapması için önce bağırdım sonra yalvardım. "Hemşerim dur" dedi, bu isteğimin mantıksızlığına beni ikna etti taksici ama "Biraz ilerdeki kavşaktan döneriz" dediğinde ben kendimi kaybettim ve bugüne kadar hastaneye çok insan taşımış biri olarak ambulans şoförüne "Daha hızlı gidemez miyiz?" ya da trafiğe "Yolu açın orospu çocukları!" diye bağırışlarım, o an ki haykırışlarım karşısında bir hiçti. Otelin önünde mutlu mesut arabadan inerken yüz lira yerine yüzelli lira verdim taksiciye, yüzelli lira da oda parası ödedim. Bi de rakıyla meyve söyledim. Bahşişiyle birlikte gelen çocuğa ikiyüz lira verdim. "Yirmi lira bozuğun var mı?" diye sordum, aldım, kalan parayı da o'na verdim. Rakıları o doldurdu. Üstündeki elbiseyi çıkardım, başka bi elbise giydirdim. O suları doldurdu. Makyajını sildim, tablosunu yaptım. Kadehini tokuşturdu. Ojeleri pembeydi, öyle bıraktım. Bir yudum aldı. "İstersen hemen başlayalım, ama rakıya yazık" dedi. Bir yudum aldım. "Başladık zaten" dedim. Adını sordum, "Aslı" dedi. Bende film koptu. Anlattım da anlattım. Aslı'dan başladım, Müzeyyen'den, Derya'dan, Semra'dan bahsettim. Hayatımda ilk defa karşımda bir kadın varken bu kadar uzun konuştum. Ben konuştum, o rakı doldurdu. Ban ağladım, o içti. Gün ışımaya başladı. Semra'dan mesaj geldi: "Nerdesin!" yazıyordu. "Önce aynada kendine baktı, sonra bana bunu yazdı" dedim. Sustu, bi şey demedi. "Sen de var ya yeni gelin gibisin" dedim, güldü. Semra aradı, açmadım. "Ben boşanıcam galiba ya" dedim. "Yapma abi" dedi. "Benimle evlenir misin" dedim. Evet bunu dedim. O an evet dese, açık söylüyorum evlenirdim. "Abi benim iki çocuğum var" dedi. "Onlar benim de çocuklarım, abi deyip durma bana" dedim. "Anlamıyosun abi, karım var karım" dedi.

Bi duş alıp çıktım, eve gittim, uyudum. Akşama doğru uyandım, kahve içtim. Çok gergindim, rakı koydum kendime ve Semra'yı beklemeye koyuldum. Semra geldi. Ama boş gelmedi: Yanında eski sevgilim ve avukat Deniz Hanım duruyordu. "Yaptım" dedim ama "Yapmam" demedim.