SENİ
ÇOK ÖZLÜYORUM: SİMGE (KALP İŞARETİ)
Dün gece fazla kaçırdığım vodka gırtlağımı sikip atmıştı.
Mahalleye taşındığında şen gülüşü, havalı yürüyüşüyle tüm ortalama yalnızların,
yani mahalle ortalamasının yarısını oluşturan erkeklerin cemi cümlesinin hayal
dünyasında kızgın demir tavından, deniz kumu inceliğine geçmesine, şairler gibi
düşünüp, şiirler gibi konuşmasına sebep olduktan sonra, zengin bir piçin
arabasına binen o güzel kadın gibiydi vodka. Bir an önce kahvaltı faslı bitsin,
üstüne çıkayım istiyordum. “Ben bir Etiyopya alabilir miyim?” Sorgularcasına
baktı bana Simge. “Ben İngilizlerin hindiye Turkey demesine bozulmuyorum, onlar
da kahveye Etiyopya denmesine bozulmayacak Simge” dedim. “Onu sormuyorum!” dedi
Simge. Okuduğunuz üzere, Simge henüz bir soru sormamasına rağmen, aslında bana
bir soru sormuştu. O hep böyleydi zaten cevap vermememe rağmen bir cevap vermiş
olurdum... Bir şey söylememesine rağmen ben anlamamış olurdum... Alemin yaptığı
espriye Simge güler, benzer bir espriyi ben yaptıysam umursamaz, göt olurdum. “Dün
yine çok içtin di mi!?”
İnsanın
hayatında iyi alışkanlıkları da olmalı. Her kahvaltıdan sonra yürüyüş yapmayı
alışkanlık haline getirmiştik. Mesafeler uzuyordu, üstelik yaşlanıyordum ve
lanet olsun ki dün gece çok içmiştim. “Şurada biraz oturalım mı?” Simge, beni
benden iyi tanıyordu. “Artık üniversitede değiliz ve yürüyüşe ara verip bira
içme zamanlarımız da geçti Erdal!” Hadi oğlum yapıştır espriyi, ince gör,
yumuşak karnına çalış, ezber boz, dik oyna, “Ben bu kadar disiplinli 1 Mayıs
korteji görmedim Simge…” Gülücük, zekice yapılmış bir espriden sonra, hadi
senin de canın çekiyor aslında bakışı. “Sabah erken kalkmayıp, doğrudan meydana
geldiğin için olabilir mi canım! Ha pardon sen onu da yapmak yerine Mis Sokak’ta
bira içiyordun değil mi!?”… İmalı bir sırıtış, yine de yüzü çok güzel, şimdi
döndü gidiyor, siyah düz saçlarını seviyorum, kalçaları benim için her
gördüğümde hiç olmadığı kadar harika! Peşinden gitmeye mecburum, çok şeyden
kaçtım, çok şeyden korktum, çok şeyden vazgeçtim, deseler ki ‘İstanbul
yıkılacak, sizin evi kurtarmaya bak…’ Sikiyim İstanbul’u, ben İzmir’i seviyorum
zaten derdim. Deseler ki ‘Simge oraya taşınacak ama İzmir o taşındıktan sonra
yıkılacak…’ Amına koduğumun çocukları siz beni neyle sınıyorsunuz, bu
yaptığınız insanlığa sığar mı, hayallerimin şehrinde, hayallerimin kadınını
öldürmek, altı üstü bir bira içmiş sürücüye alkolden ceza yazan kalem tutan
eline yazı yazmayı öğreten öğretmene kız veren kayın pederinin götüne odun
sokmak istediğim trafik polisi olacak orospu çocuğunun yaptığından ne farkı
var! İsyan mı, şairin dediği gibi “Evet İsyan!” Ama şu an değil, ben Simge’nin
peşinden gitmeye mecburdum!
Bazı gerçekler vardır, bir de bazı gerçeklikler. Gerçek
olan şuydu ki; Simge, adıyla zıtlık oluşturacak biçimde hayatın ilk ve ilkel
tarafıyla nasıl yaşanması gerektiğine dair doğru bir yol izlemeye çalışıyordu.
Fakat benim gerçekliğim farklıydı, bunları bilerek onunla paylaşmıyordum. Çünkü
bana ‘Gerçek ne, gerçeklik ne?’ diye soracak olsa, açıkçası ne yanıt vereceğimi
bilemiyordum. Zaten Simge’yle özel olarak filozofik, genel olarak hiçbir
tartışmaya girmemeye dikkat ediyordum. Bir pehlivanın bile yenildiği güreşe en
nihayetinde bir doyma eşiği vardır, ben artık bükemediğim bileği öpme faslından
da geçmiş yalama faslına doğru ilerliyordum. “O yokuşu çıkarsam kitabımı
siksinler!” Simge’nin yüzünde ne zaman bu alaycı gülümsemeyi görsem, freni
boşalmış bir kamyon bana çarpacak gibi hissediyorum, “Formdan düştün demek
görüşmeyeli, kitap sikme işini başkalarına pasladığına göre!” ve yanılmıyorum.
Birlikte oturduğumuz apartmana her girdiğimiz an, merdivenleri peşi sıra
izleyen bir insan olarak, bu lanet yokuşta da Simge’yi takip ediyorum. Aşk
Zamanı filminin o mükemmel sahnesi çekilirken, set ekibinin hissettiklerini, ah
nasıl anlatsam, Uzak Doğu sineması nasıl bu kadar gelişti sanıyorsunuz? Bakış
açısı çok önemli, bir merdivenden çıkan kadını nasıl gördüğünüz, Uzak Doğu
sinemasının simgesidir benim için o sahne. Yokuş bittiğinde inanın ki,
yorgunluktan değil, aşktan ölüyordum.
“Eveeeettt”
dedi Simge. İkinci sesliyi uzattığı zamanlar, benim için tereddütlü, tedirgin,
gergin ve korkak bir duygu durumunun oluşacağı alarmının beynimde çakması
demektir. “Ayrılık vakti geldi…” Tüm o şımarık, çocuksu halleriniz vardır ya,
bir anda yıkılmasına rağmen, çaktırmamaya çalışırsınız, hafif tebessüm etmek
bile zordur, kaslarınız kasılmamakta ısrar eder, kasım kasım kasılan ruhunuz, “Ya
sikerim böyle işi, gitme ulan! Gitme işte! Gitme…” diye haykırırken, gerçeklik
ne olduğunu bilmesiniz de kendisini dayatır. “Son kez birer bira içelim”
dersiniz, sesiniz istem dışı incelmiş ve çaresizleşmiştir. “Olur” dedi, olur
dedi lan, olur dedi, olur mu olur, olur lan bu iş, bi olurunu buluruz, olur
tabi çünkü gerçekten istiyorum. Ve ben de sorgularcasına baktım. 33’lük Mariachi
ne kızım, sen ki Kırmızı Tuborg içer, önden beni sarhoş eder sonra koynuma
girerdin! Ben vodkamla eriğimi çalıştırmalarını istedim. İlk yudumumu aldıktan
sonra “Hayırdır ya, sen böyle yeni üniversiteli, çıt kırıldım kız birası
içmezdin?” dedim. Bir küçük güldü, hani o belgesellerde Afrika kurağında suyu
bulup kendini içine bırakan canlıların mutluluğu var ya, onu beşle çarp, benim
o küçük gülüşten ne kadar mutlu olduğumu anla… “Erdal” dedi, “Bir daha bana
öyle şeyler yazma olur mu?” Tabii biz, o suyun derinlerindeki timsahları
göremediğimiz için bunlar geliyor hep başımıza. Evlenmiş, simgesini parmağında
taşımaz ruhlum, özgürmüş kocası telefonunu karıştırırken! Yahu bunlar hep
mecburiyet. Kocan olacak zırtapoz, sen masadan kalktıktan sonra instagramdan
baktım, poz da poz. Yazdığım mesaj da ne var sanki? Seni Çok Özlüyorum (Kalp Simgesi)